Bu Blogda Ara

7 Ekim 2015 Çarşamba

Zülfü Livaneli'nin Konstantiniyye Oteli Romanı Üzerine Notlar

Zülfü Livaneli'nin Konstantiniyye romanı bir İstanbul romanı gibi görünse de aslında bir dünya romanı. Dünya düzeninin hiç değişmediğini anlatıyor. Tarih sahnesinden örnekler sunarak gösteriyor bunu. Geçmişle bu günün karşılaştırmasını yapıyor. Roman, İstanbul'da, Bizans sarayı üzerine yapılmış lüks bir otelde başlar. Antalya'da bir otelde başlasaydı ya da Sivas'ta bir okulda… Ya da Roma'da bir devlet dairesinde... Aynı tarih; insanın değişmeyen yazgısı yine dile gelirdi. Aynı sömürünün sesi yine duyulacaktı. Güçlüler yine güçlü, yoksullar yine yoksul olacaktı.
Her yerde var olduğunu bildiğimiz hikâye bu kez İstanbul'dan başlatılıyor. Mekân Konstantiniyye Oteli…  Otelin açılışı için bütün zenginler, ünlüler bir araya gelmiştir. Gelenler kapı önünde krallar gibi karşılanarak içeriye alınır. Önce kokteyl yapılacak sonra da yemek yenecektir. Masaların başında kalburüstü insanlar sohbet etmeye başlar. Çok sayıda otel görevlisi davetlileri hizmet etmektedir. Garsonların, temizlik görevlilerinin hayatlarından kesitler verilir. Hemen hepsinin hikâyesi hüzünlü, hatta acı vericidir. Ne var ki, bunların hiç biri bilinmez. Kimse bunlarla ilgilenmez. Ezilenler, düşük ücretlerle çalışanlar kendi kaderleriyle baş başadır.
Davet boyunca çalışan herkes görevini yapar. Zengin içkisini içmekte, yemeğini yemekte diğerleri de hizmette kusur etmemeye çalışmaktadır. İnancı nedeniyle içkiye karşı olanlar içki servisi yapmaya mecburdur. Sömürünün bir kaynağı da inançta yatmaktadır. Yoksullar, din sayesinde yaşamlarına katlanabilmektedir. İçkiye karşı oldukları kadar, hayatı çekilmez hale getirenler sisteme karşı çıkamazlar. Sömürünün nasıl yapıldığı, kilelerin nasıl uyutulduğu hiçbir zaman bilemeyeceklerdir. Cennet vadi her şeyin üstün örtmüştür. Açıkta duran yalnızca içkinin dinen yasak olduğudur. Bütün sömürü aslında bu dar bakış açısı üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Yemek devam ederken lüks araçların bulunduğu otogara hırsız girer. Güvenlik görevlisinin hayatı gibi hırsızın yoksul hayatı da romana konu olur. Roman aslında aşağıdakilerle, yukarıdakilerin hayat hikâyesini anlatmaktadır. Aşağıdakilerin neden hep aşağıda kaldığını, yukarıdakilerin neden hep yukarıda olduğunu dile getirmektedir. Bu durum açıkça dile getirilmez. Hayat hikâyeleriyle bunun sorgulanması yoluna gidilir. Giderek duyarsızlaşan hayatımızı kısa hikâyelerle birbirine bağlanır.
Ülke meselelerinin hemen hepsi romana konu olur. Bu sorun aslında dünyanın sorunudur. Yenidünya düzeninin çarkları zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapmıştır.  Zenginin nasıl zengin olduğundan söz edilir. Kimlerin torpille ihale aldığı, makam sahibi olduğu, kimlerin hangi yasa dışı yollarla servetini büyüttüğü üzerinde durulur. Demokrasiyi ele geçiren gerici örgütlenmenin yarattığı yeni zenginler ve onların lüks hayatlarından kesitler verilir. Zenginleşen cehaletten, bağnazlıktan söz edilir.
Olayların arasına serpiştirilmiş komik hikâyeler, ilginç bakış açıları da vardır. Bu bakış açılarından biri türküler üzerinedir. Gerçekten de türkülerde kültürel değerlerle örtüşmeyen, uçuk kaçık sözler, anlayışlar, tutarsız bakış açıları, bazen ahlak dışı sözler yer almaktadır. Bunlar okuru güldürürken, bir taraftan da düşündürmektedir. Konuklardan bazıları İslami tutuculuk üzerine görüş dile getirir. Erkek gibi kadının da artık çok eşli olabileceği tartışması yapılır. Yapılan bir tartışma sırasında kavga çıkar. Kavga, aykırı görüşler öne süren kişinin yaralanmasıyla sonuçlanır.
Roman birçok anlamda oldukça cesurdur. Siyasi konulara girmekten çekinmemektedir. Siyaset, abartılmadan, gerektiği ölçüde ele alınır. Hemen belirtelim ki, uzun zamandır siyaset, bu şekilde; ele alınmadı. Siyasete korkusuzca girebilen az sayıda roman yazarı olduğunu biliyoruz. Konstantiniyye Oteli, ülke sorunlarının tartışılması konusunda cesur bir çıkış yapıyor. Gezi Parkı olaylarından, devlet tarafından korunan suçlulara kadar birçok konuya yer veriliyor. Hukuk tanımayanların, cinayet işleseler bile tutuklanmayanların zengin yakınlarından, işledikleri suçlardan söz ediliyor.
Hikâye, aslında Zehra'nın tuvalette bayılmasıyla başlar. Zehra, otelin de sahibi olan ünlü iş adamının sağ koludur. Davet sırasında lavaboda baygınlık geçirecektir. Ölümle yaşam arasında gidip gelirken uzaktan (belki derin bir kuyudan) sesler geldiğini fark eder. Bu sesler eski bir zamana aittir. Tarihi karakterlerle bu günün değerlendirmesi yapılacaktır. Zaman ve mekân değişse de hikâye hiç değişmemiştir. Eski insanların anlattıkları bunu doğrulamaktadır. Aradan yüzlerce yıl geçmiş ama hiçbir şey değişmemiştir. İstanbul özelinde hayat hep aynı kalmıştır. Yine zenginler güçlü, yoksullar köle olarak yaşamaktadır. Değişen tek şey fiziki ortamdır. Baskıcı düzen, kölelik sistemi olduğu gibi devam etmektedir. Binalar, arabalar değişmiş ama insan olduğu gibi kalmıştır. Bencillik, adam kayırma, ezerek, sömürerek yükselme halen devam etmektedir.
Aslında yer altından gelen bu sesler yalnızca İstanbul'u anlatmaz. Roman, İstanbul üzerinden bütün hayatın bir değerlendirmesini yapar gibidir. Napolyon, İstanbul için, "dünya bir tek ülke olsaydı, bu ülkenin başkenti İstanbul olurdu" demiş. İstanbul aslında bir sembol olarak karşımıza çıkar. İstanbul demek bir bakıma dünya demektir. Bütün Avrupa'da, bütün Amerika'da, Afrika'da, dünyanın her yerinde sömürü durmamış, aksine gelişmiştir. Demokrasilerin varlığı, teknolojinin gelişmesi sömürüye engel olmamıştır. Kısaca, tarih sürekle tekerrür etmektedir.
Roman dili oldukça sadedir. Olaylar, açık bir anlatımla dile getirilmiştir. Anlatılmak istenen konu hayatın içinden, gerçekçi bir bakış açısıyla ele alınarak aktarılmıştır. Okurla, yaşadığımız hayat karşı karşıya getirilmiştir. Birçok açıdan başarılı bir romandır. Her kesimden insana hitap edebilmektedir. Belki de tek kusur, tarihi karakterlerin daha çok romanın sonunda yer almış olmasıdır. Birden bire çoğalarak ortaya çıkmalarıdır. Romanın başında ve sonunda bu konuya daha çok yer verilmiştir. Bu iki bölüm farklı bir şekilde aktarılabilirdi. Her şeye rağmen roman günümüze tutulmuş geniş açılı bir ayna gibidir. Aynada her şey açıkça görünmekte, insanlığın acıklı hikâyesi bir kez daha gözler önüne serilmektedir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder