Bu Blogda Ara

Elif Şafak

ELİF ŞAFAK'IN PİNHAN ROMANI ÜZERİNE NOTLAR

PİNHAN ROMANINA BAŞLAMADAN ÖNCE
Romanın ilginç bir hikâyesi var. Geleceğiz… Önce, “Neden böyle bir roman?” diye soralım. Roman yazarı,  siyasal ortamdan nasıl etkilenir? Bunun için kısa bir dönem değerlendirmesine ihtiyaç var. Şu soruları da unutmayalım. Pinhan ve benzeri romanlar bir algı operasyonunu sonucu mu kaleme alındı? (Hemen ekleyelim, bazı yazarların bunu bilinçli yaptığını düşünmüyoruz. Sosyolojik ve psikolojik bir değerlendirme yapıyoruz yalnızca. Söyleyeceğimiz her şey doğru da olmayabilir.) Çok satan bazı romanlara konu olan mekân neden tekke ve dergâhlar dönemi oldu? Bu romanların verdiği mesajlar nasıl bir anlam taşır?
Pinhan'a dönersek, roman kime ne demeye çalışıyor ve bunu neden geçmiş bir zaman üzerinden yapıyor? Daha önemlisi neden din? Neden din üzerinde insanlık dersi, kendini bulma eğitimi verilmek isteniyor? Gerçekten isteniyor mu? Bilim değil de kendini gerçekleştirme yöntemi neden din eğitimi oluyor? Çok soru var düşünmemiz gereken. Önce tekke, dergâhlar ya da cemaatler sorununu ele alalım. “Tekke sevicilik” edebiyatımıza nasıl ve nereden musallat oldu, ona bakalım. Cumhuriyetle birlikte kapatılan tekke ve zaviyeler, yasal engele rağmen, neden yeniden açılır hale geldi? Ortalık cemaat örgütlerinden geçilmez oldu. Bu tür örgütlerin üyesi olmak artık suç değil. El öpmek, şeyhin dizinin dibine oturmak sanatçı, siyasetçi, futbolca, kısaca her kesimden insan için normalleşti.
Dindarlık, (Atatürk’ün tarif ettiği anlamda değil, yobaz dindarlık) toplumun hücrelerine kadar yayıldı. Sözde Müslüman demokratlar eliyle gerici vakıflar kuruldu.  Din okullarının sayısı artırıldı.  Seçmeli din dersleriyle bütün okullar din eğitimi veren okullara dönüştürüldü. Kuran, siyaset adamlarının elinde seçim aracı halini geldi. Tesettür giyim, kara sakal, kara çarşaf yadırganır olmaktan çıktı. Öğretmenlerden tutun, doktorlara varıncaya kadar türban, her alanda özgür artık. Anaokullarına giden kız çocukları bile artık bu özgürlükten(!) yararlanabiliyor. Demokrasi bu anlamda o kadar gelişti ki, kadın doktor, isterse, erkek hastaya bakmayabiliyor.
Bitmedi… Çok saygıda milletvekilinin birden fazla karısı var. On beş yıl önce şöyle bir söylem hayatımıza girdi. “Dindar Demokratlık…” Dendi ki Avrupa’da Hristiyan demokratlar var, bizde neden “Müslüman demokratlar” olmasın? Aklı başında insanlar bile “neden olmasın” dedi. Farklı kültürlerle bir arada yaşamak eskiden beri bildiğimiz bir şeydi. Osmanlı buna örnekti. Her şeyden önce Mevlana vardı. Fatih Sultan Mehmet Han vardı. Yunuslar, Pir Sultan Abdallar… O kadar çoktu ki… Gerçekten bunların hepsi “önce insan” diyordu. İnsanı her haliyle sevmiş, kabul etmişlerdi. Mezhepçilik yapmamışlardı, din, dil ayrımı gözetmemişlerdi. Bu toprakların halkı böyle bir kültürle büyümüştü.
Cumhuriyetse dindarlıktan korkuyordu. Aslında böyle bir korku yoktu. Sadece önlem almak vardı. Abartılı dini eğilimleri olanlara kuşkuyla bakılıyordu. Bunların orduya girmesi istenmiyordu. Cumhuriyeti kuranlar tarihten ders çıkarmıştı ve din işleri ile devlet işlerini birbirinden ayırmak istemişlerdi. Demokrasinin geleceği için buna büyük önem vermişlerdi. Yobazların, siyasette ve devlet kurumları içerisinde yükselmelerine engel olunuyordu. Sonuçta demokrasinin de kendisini koruması gerekmişti. Demokrasiyi yıkmak isteyen özgürlük, özgürlük olarak kabul edilmiyordu.
“Dinle barışacaksınız” diyenler, bir de başörtüsü tartışması çıkarmışlardı. Türban yüzünden devlet dinsizlikle suçlanır hale gelmişti. Kız öğrencilerin üniversitelere türbanla girmesi sorun oluyordu. Oysa buna gerek yoktu. İslam hoşgörü diniydi. Hoşgörü isteyenler, başörtüsüne de engel olunmasını doğru bulmuyordu. Hepimiz Mevlana'nın çocuklarıydık. Başını kapatanın, kapatmayana saygısı vardı. Herkes birbirine saygı duyuyordu. Kimse faşizm taraftarı değildi. Mini etek ne kadar özgürse türban da o kadar özgür olmalıydı.
Haklıydılar. Ne var ki ortada garip şeyler dönüyordu. Devlet, bir taraftan imam hatipler yoluyla toplumu dindarlaştırıyor, bir taraftan da türbana yasak getiriyordu. Sanki bilerek yapıyorlardı bunu. Laik devletin, dini gruplarla karşı karşıya gelmesini isteyenler vardı. Polis, türbanlı öğrencileri sürükleyerek üniversitelerden attığında vicdanlar kan ağlıyordu. Bütün haksızlıkların sorumlusu da cumhuriyetin yasaları olarak gösteriliyordu. Sanki doksan yıldır ülkeyi Mustafa Kemal Atatürk yönetiyordu. Bütün oklar ona çevrilmişti. “Kurduğun şu faşist devlete bak” demeye başlamışlardı. Ülkeyi bu hale getirenler şimdi hesap soruyordu. Tarih, baştan aşağı çarpıtılır olmuştu. Toplumun önemli bir kesimi bu iş çözülse çözülse "dindar demokratlarla" çözülür demeye başlamıştı. Böylece Müslüman demokratlar proje hayata geçmiş oluyordu. Bundan sonra oy'lar dindar demokratların olacaktı. Ülke, dindar demokratlar tarafından yönetilecekti. Liberal demokratlar da bu durumdan rahatsızlık duymuyordu.

Pinhan, işte böyle bir ortamda kaleme alındı. Bundan sonraki yazıda bu durum romanı nasıl etkiledi ona bakacağız.

PİNHAN KARAKTERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Sormaya devam edelim. Neden kişisel gelişim mesajları tekkeler, dergâhlar üzerinden aktarılır oldu? Pinhan da bunu yapıyor? Doğru şeyler dervişler üzerinden dile getiriliyor. Yani din devreye giriyor. Bu din anlayışını yürürlükteki din anlayışından ayırmak lazım. Bu dervişler yeni bir İslam anlayışından söz ediliyor. Aslında yeni değil, Mevlanaların sözünü ettiği İslam'dan söz ediliyorlar. Neden? Bunu anlamak için romanın yazıldığı dönemi de bilmek zorundayız.
2000’li yılların başına dönelim. O yıllarda siyaset yeniden şekilleniyordu. Yeni iktidarla beraber demokrasi rafa kaldırılacaktı. Aslında bunu “ileri demokrasi” adı altında yapıyorlardı. Eskiden faşizm olduğunu, demokrasinin yeri kurulduğunu dile getiriyorlardı. Algı operasyonlarıyla kitleler buna inandırılmıştı. Bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu yeniden keşfediliyor, eski değerlere tekrar dönülüyordu. Bu bağlamda Mevlana’nın öncülüğündeki İslam anlayışı önem taşıyordu. Yobaz din anlayışı yerleştirilirken bu kez Mevlana'yı keşfetmişlerdi. Bunun için Tasavvuf anlayışından yararlanıyorlardı. İleri demokrasiden neyi anlıyorlarsa dinden de onunu anlıyorlardı. Bütün değerleri kullanarak sivil faşizmi yerleştirmeye çalışıyorlardı.
Hatta Birleşmiş Milletler Örgütü 2007 yılını “Mevlana Yılı” ilan etmişti. Bağnazlıktan, hoşgörüsüzlükten kurtulamayan Ortadoğu ülkelerine Mevlana kültürünün örnek olması isteniyordu. Ama olmuyordu. Yalnızca Mevlana değil ki, Hazreti Muhammet bile örnek olamaz hale gelmişti. Kuran’dan ilham almayanların Mevlana’nın Mesnevi’sinden ilham alacağı iddiası işe yaramayacaktı. Aksine, Ortadoğu’nun en demokrat ülkesi Türkiye bile bağnaz bir yola sürüklenecekti.  Daha iyi bir demokrasi için tarihinizle, İslam’la barışmanız gerekiyor diyenler işleri daha da karıştıracaktı.
Bu durum edebiyata da yansıdı. Aynı yıllarda Mevlana’yı ve Mevlana dönemini anlatan yazarların sayısında hızlı bir artış oldu. Aslında kimse Osmanlı'ya, İslam'a küsmüş değildi. Nedense durduk yerde böyle bir iddia ortaya atılmıştı. Durmadan tarihinizle yüzleşeceksiniz, İslam’la barışacaksınız diyerek ne yapmaya çalışıyorlardı?  Tarihimizle yüzleştiğimizde aslında katliamcı bir millet olduğumuz da ortaya çıkacaktı. 2015 olaylarının suçlusu olduğumuz unutulmamalıydı. Demokrasimizin gelişmesi buna bağlıydı. Kaldı ki, Türk diye bir millet de yoktu. Bütün milliyetçilikleri ayaklar altına aldığını söyleyen bir iktidar iş başına gelmişti. İktidar, Batılı siyasetçilerin söylediği her şeyi yapılıyor ama demokrasi yine de gelişmiyordu. Aksine, iyi kötü var olan hukuk düzeninden bile eser kalmamıştı.
Mevlana’nın yeniden keşfedilmesi işinde de bir gariplik vardı. Mevlana’yı unutanlar cumhuriyetçiler değil, aslında  “Demokrasi trendir, istediğimiz zaman biner, istediğimiz zaman ineriz,” diyenlerdi.  Demokrasi İslam dışıdır, Batı’nın uydurmasıdır diyenler, bir taraftan Batılı gibi konuşuyor, bir taraftan da laik düzenin altını oyuyordu. Cumhuriyet döneminde halklar hiçbir zaman birbirine düşman olmamıştı. Alevi- Sünni, Kürt-Türk herkes bir arada kardeşçe yaşayabiliyordu. Toplum her anlamda kaynaşmıştı. Yeter ki siyasetçiler, para babaları gölge etmesin, devleti yönetenler, din, dil ayrımı yapmadan herkese eşit mesafede durabilsindi.
Devlet görevini yapmıyor, dışarı kaynaklı güçler de halklar arasındaki kaynaşmanın yapay olduğu söyleniyordu. Aslında kimse (Atatürk de dahil) halkların kimliklerini unutarak, tek bir millet (Pinhan da bu anlamda tekçiliğe karşıdır) olmasını istememişti. Bunu isteyenler Atatürk’ten sonraki iktidardı. Daha sağlıklı bir demokrasi kurulduğunda çok kültürlü olmanın kimseye zararı olmayacaktı. Devlet gücünü ele geçirenler tarafsızlık ilkesi içinde ülkeyi yönetemiyordu. Çağdaş demokrasinin bu millete bol geldiğini söyleyenler ülkeyi yönetmeye başlamıştı. Bunlar, Ermeni, Rum… Aramızda başka kültürden hiç kimse kalmasın istiyorlardı. Kürtlerin bile özgürce siyaset yapabilmesi ileride sorun oluşturacaktı. Demokrasi doğru düzgün çalışa bilseydi aslında etnik siyasete de gerek kalmayacaktı.

ELİF ŞAFAK’IN ÜRKÜTMEK İSTEMEDİĞİ KATIRLAR
Pinhan neyi anlatıyor? Kısaca insan olmayı anlatıyor diyelim. Evrensel değerlere dikkat çekme anlamında önemli bir roman… İki başlı (İki cinsiyetli) olmanın da hoşgörü gerektiren bir durum olduğunu dile getiriyor. Daha doğrusu iki başlılığın hayatın her alanında olduğunu söylemeye çalışıyor. Bağnaz bir kültürde, insanın olduğu gibi olma mücadelesinin ne kadar zor olduğundan söz ediyor. Ötekileştirilenlerin yanında saf tutuyor. Mücadeleden vaz geçilmemesi mesajını veriyor. Gidilecek yol ne kadar zor olursa olsun “yola devam” diyor.
Peki, kimler bu iki başlılığı görebiliyor? Roman, bunu dervişlerin ve büyücü kadınların yapabildiğini söyler. Toplumun diğer kesiminden farklı olan bu insanlar, insana ve sevgiye dair hiçbir şeyin suç olmayacağını anlamaya ve anlatmaya çalışır. Pinhan, içinde sevgi varsa bütün ilişkileri, lezbiyen, gay.. her ne varsa, günah olmaktan çıkarır. Farklılıklara, hoşgörüyle yaklaşabilen insanların varlığından söz eder.
Aslında siyasi atmosferi elinde tutan yobaz çevrelerin hiçbir şekilde kabul edemeyeceği şeylerdir bunlar. Roman, bir bakıma demokrasiyle yapmadığımız gelişmeleri dervişlerin, büyücülerin, doğaüstü güçlerin tutumlarıyla yapabileceğimiz mesajını verir. Ya da yitip gitmekte olan demokratik söylemlere bir göndermede bulunur. Üstelik bunu son derece örtük bir şekilde yapar. Açık bir dil kullanmaz.  Arapça, Farsça sözcüklere hikaye, arada bir sis perdesi içinde kalır. Daha çok simgesel anlatım yolunu tercih eder. Roman aslında soyut bir resim gibidir. İçinde cinler, periler, büyücüler olan karmaşık bir tabloyu andırır. Karakterlere doğaüstü güçler yüklenmiştir. Ne var ki Pinhan’ı kurtarmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Pinhan verdiği bütün mücadeleye rağmen hayatını kaybeder. Evrensel değerleri temsil eden Pinhan'ı zehirleyen yılan kimdir? Aslında o bir yılan değildir. Belki de iki başlılığa karşı gelen herkestir. İçinden çıkamadığımız bu kültürdür.
Romandaki tarihsel mekân,  (belki de) oto sansür olarak karşımıza çıkıyor. Örtük anlatımı da bu oto kontrolün bir parçası olarak görmek mümkün… Özgürlük alanı daraldıkça roman yazarları daha çok simgesel anlatımlara doğru yönelecektir. Romandaki tarihi mekân aslında bir kılıftır. Nasıl ki siyasetçiler ileri demokrasiyi faşizme kılıf olarak geçirmişlerse Pinhan da tarihsel mekânları insani değerlerin üzerine kılıf olarak geçirmiştir. Roman bu anlamda ilerici bir anlaşıştan yana tavır takınıyor.
Siyasi taraf tutan, faşizme yandaşlık yapan romanlar da var. Onlar için tarih araç değil, gidilmek istenen amaçtır. İçlerinde taşıdıkları şey, insani değerler değil, yeniden Osmanlı olma arzusudur. Bu ise dünya gerçekleriyle örtüşmeyen hayal ötesi bir yöneliştir. Belki de en büyük hayalperestlik budur. Gerici romanlardaki bu tutumun Pinhan’daki hayalciliğin bile ötesine geçmektedir. Bu aynı zamanda din ve siyasi hipnozla insanların ne hale geldiğinin göstergesidir. Sanatçı da olsa bu değişmemektedir. Üstelik bu romanlar hem sayıca artmış, hem de reklamlar sayesinde çok satmaya başlamıştır.
Pinhan daha açık bir roman olsaydı, nasıl bir tartışma ortamı doğardı bir de ona bakalım. Birçok kültürde, özellikle İslam ülkelerinde cinsel tercihleri ya da yönelimleri farklı olan insanlara hiçbir şekilde hoş görüyle bakılmadığını biliyoruz. Romandaki mesele yalnızca bu da değil... Hayatın özünde iki başlılık, cinsel yönelimden daha önemlidir. Cinsel yönelim aslında bir simge olarak karşımıza çıkar. İki başlılığın diyalektik bir gerçeklik olduğu unutulmamalıdır. Her şeyin karşıtıyla birlikte varolduğu gerçeği hayatın kendisidir. Yani bu bilimsel bir tespittir.
Bilimsellikten uzaklaşılan toplumlarda geçerli tek gözlük, at gözlüğü olur. Erkek egemen toplum, yalnızca erkeklerin üstün olduğu iddiasında bulur. Kadın erkeğin eşiti değildir. “Olmamıştır, olamaz!” diyen siyasetçileri hatırlayın. Bırakın bir bendende çift başlı olmayı, insan, daha kadın erkek olarak bile çift başlı sayılmıyor. Bir dinin mensubu, başka bir dini kendine tehdit olarak algılıyor. Bu yüzden kültürler savaşı çıkıyor. Bu yüzden insanlar barış içinde yaşamayı öğrenemiyor. Faşizm de iki başlılığı kabul etmeyen bu kültürden beslenir. Faşizmin ilkeleri arasında çok kültürlülüğe izin verilmez. Dinci faşistlerin yapmaya çalıştığı şey de budur. Hal böyle olunca, evrensel değerleri benimsemiş roman yazarları için açıkça tavır almak zorlaşmaktadır. Açık tavır, edebiyat alanından dışlanmaya bile neden olabilir. Faşizmden korkan yayıncılar böyle kitapları basmak istemeyecektir. Reklam kuruluşları, kitap evleri aradan çekilecektir. Kapitalizmin fincancı katırlarının ürkütenlerin piyasada tutunma şansı olamaz. Pinhan, bu katırları ürkütmeden diyeceğini diyebilmiş bir romandır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder