Romanın ilginç bir hikâyesi var. Geleceğiz… Önce, “Neden
böyle bir roman?” diye soralım. Roman yazarı,
siyasal ortamdan nasıl etkilenir? Bunun için kısa bir dönem
değerlendirmesine ihtiyaç var. Şu soruları da unutmayalım. Pinhan ve benzeri
romanlar bir algı operasyonunu sonucu mu kaleme alındı? (Hemen ekleyelim, bazı
yazarların bunu bilinçli yaptığını düşünmüyoruz. Sosyolojik ve psikolojik bir
değerlendirme yapıyoruz yalnızca. Söyleyeceğimiz her şey doğru da olmayabilir.)
Çok satan bazı romanlara konu olan mekân neden tekke ve dergâhlar dönemi oldu?
Bu romanların verdiği mesajlar nasıl bir anlam taşır?
Pinhan'a dönersek, roman kime ne demeye çalışıyor ve bunu
neden geçmiş bir zaman üzerinden yapıyor? Daha önemlisi neden din? Neden din
üzerinde insanlık dersi, kendini bulma eğitimi verilmek isteniyor? Gerçekten
isteniyor mu? Bilim değil de kendini gerçekleştirme yöntemi neden din eğitimi
oluyor? Çok soru var düşünmemiz gereken. Önce tekke, dergâhlar ya da cemaatler sorununu
ele alalım. “Tekke sevicilik” edebiyatımıza nasıl ve nereden musallat oldu, ona
bakalım. Cumhuriyetle birlikte kapatılan tekke ve zaviyeler, yasal engele
rağmen, neden yeniden açılır hale geldi? Ortalık cemaat örgütlerinden geçilmez
oldu. Bu tür örgütlerin üyesi olmak artık suç değil. El öpmek, şeyhin dizinin
dibine oturmak sanatçı, siyasetçi, futbolca, kısaca her kesimden insan için
normalleşti.
Dindarlık, (Atatürk’ün tarif ettiği anlamda değil, yobaz dindarlık)
toplumun hücrelerine kadar yayıldı. Sözde Müslüman demokratlar eliyle gerici
vakıflar kuruldu. Din okullarının sayısı
artırıldı. Seçmeli din dersleriyle bütün
okullar din eğitimi veren okullara dönüştürüldü. Kuran, siyaset adamlarının
elinde seçim aracı halini geldi. Tesettür giyim, kara sakal, kara çarşaf
yadırganır olmaktan çıktı. Öğretmenlerden tutun, doktorlara varıncaya kadar türban,
her alanda özgür artık. Anaokullarına giden kız çocukları bile artık bu
özgürlükten(!) yararlanabiliyor. Demokrasi bu anlamda o kadar gelişti ki, kadın
doktor, isterse, erkek hastaya bakmayabiliyor.
Bitmedi… Çok saygıda milletvekilinin birden fazla karısı
var. On beş yıl önce şöyle bir söylem hayatımıza girdi. “Dindar Demokratlık…”
Dendi ki Avrupa’da Hristiyan demokratlar var, bizde neden “Müslüman demokratlar”
olmasın? Aklı başında insanlar bile “neden olmasın” dedi. Farklı kültürlerle
bir arada yaşamak eskiden beri bildiğimiz bir şeydi. Osmanlı buna örnekti. Her
şeyden önce Mevlana vardı. Fatih Sultan Mehmet Han vardı. Yunuslar, Pir Sultan
Abdallar… O kadar çoktu ki… Gerçekten bunların hepsi “önce insan” diyordu.
İnsanı her haliyle sevmiş, kabul etmişlerdi. Mezhepçilik yapmamışlardı, din,
dil ayrımı gözetmemişlerdi. Bu toprakların halkı böyle bir kültürle büyümüştü.
Cumhuriyetse dindarlıktan korkuyordu. Aslında böyle bir
korku yoktu. Sadece önlem almak vardı. Abartılı dini eğilimleri olanlara kuşkuyla
bakılıyordu. Bunların orduya girmesi istenmiyordu. Cumhuriyeti kuranlar
tarihten ders çıkarmıştı ve din işleri ile devlet işlerini birbirinden ayırmak
istemişlerdi. Demokrasinin geleceği için buna büyük önem vermişlerdi. Yobazların,
siyasette ve devlet kurumları içerisinde yükselmelerine engel olunuyordu. Sonuçta
demokrasinin de kendisini koruması gerekmişti. Demokrasiyi yıkmak isteyen
özgürlük, özgürlük olarak kabul edilmiyordu.
“Dinle barışacaksınız” diyenler, bir de başörtüsü tartışması
çıkarmışlardı. Türban yüzünden devlet dinsizlikle suçlanır hale gelmişti. Kız
öğrencilerin üniversitelere türbanla girmesi sorun oluyordu. Oysa buna gerek
yoktu. İslam hoşgörü diniydi. Hoşgörü isteyenler, başörtüsüne de engel olunmasını
doğru bulmuyordu. Hepimiz Mevlana'nın çocuklarıydık. Başını kapatanın,
kapatmayana saygısı vardı. Herkes birbirine saygı duyuyordu. Kimse faşizm
taraftarı değildi. Mini etek ne kadar özgürse türban da o kadar özgür
olmalıydı.
Haklıydılar. Ne var ki ortada garip şeyler dönüyordu. Devlet,
bir taraftan imam hatipler yoluyla toplumu dindarlaştırıyor, bir taraftan da
türbana yasak getiriyordu. Sanki bilerek yapıyorlardı bunu. Laik devletin, dini
gruplarla karşı karşıya gelmesini isteyenler vardı. Polis, türbanlı öğrencileri
sürükleyerek üniversitelerden attığında vicdanlar kan ağlıyordu. Bütün
haksızlıkların sorumlusu da cumhuriyetin yasaları olarak gösteriliyordu. Sanki
doksan yıldır ülkeyi Mustafa Kemal Atatürk yönetiyordu. Bütün oklar ona
çevrilmişti. “Kurduğun şu faşist devlete bak” demeye başlamışlardı. Ülkeyi bu
hale getirenler şimdi hesap soruyordu. Tarih, baştan aşağı çarpıtılır olmuştu. Toplumun
önemli bir kesimi bu iş çözülse çözülse "dindar demokratlarla"
çözülür demeye başlamıştı. Böylece Müslüman demokratlar proje hayata geçmiş
oluyordu. Bundan sonra oy'lar dindar demokratların olacaktı. Ülke, dindar
demokratlar tarafından yönetilecekti. Liberal demokratlar da bu durumdan
rahatsızlık duymuyordu.
Pinhan, işte böyle bir ortamda kaleme alındı. Bundan sonraki
yazıda bu durum romanı nasıl etkiledi ona bakacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder