Bu Blogda Ara

5 Ekim 2015 Pazartesi

Pinhan Romanına Başlamadan Önce

Romanın ilginç bir hikâyesi var. Geleceğiz… Önce, “Neden böyle bir roman?” diye soralım. Roman yazarı,  siyasal ortamdan nasıl etkilenir? Bunun için kısa bir dönem değerlendirmesine ihtiyaç var. Şu soruları da unutmayalım. Pinhan ve benzeri romanlar bir algı operasyonunu sonucu mu kaleme alındı? (Hemen ekleyelim, bazı yazarların bunu bilinçli yaptığını düşünmüyoruz. Sosyolojik ve psikolojik bir değerlendirme yapıyoruz yalnızca. Söyleyeceğimiz her şey doğru da olmayabilir.) Çok satan bazı romanlara konu olan mekân neden tekke ve dergâhlar dönemi oldu? Bu romanların verdiği mesajlar nasıl bir anlam taşır?
Pinhan'a dönersek, roman kime ne demeye çalışıyor ve bunu neden geçmiş bir zaman üzerinden yapıyor? Daha önemlisi neden din? Neden din üzerinde insanlık dersi, kendini bulma eğitimi verilmek isteniyor? Gerçekten isteniyor mu? Bilim değil de kendini gerçekleştirme yöntemi neden din eğitimi oluyor? Çok soru var düşünmemiz gereken. Önce tekke, dergâhlar ya da cemaatler sorununu ele alalım. “Tekke sevicilik” edebiyatımıza nasıl ve nereden musallat oldu, ona bakalım. Cumhuriyetle birlikte kapatılan tekke ve zaviyeler, yasal engele rağmen, neden yeniden açılır hale geldi? Ortalık cemaat örgütlerinden geçilmez oldu. Bu tür örgütlerin üyesi olmak artık suç değil. El öpmek, şeyhin dizinin dibine oturmak sanatçı, siyasetçi, futbolca, kısaca her kesimden insan için normalleşti.
Dindarlık, (Atatürk’ün tarif ettiği anlamda değil, yobaz dindarlık) toplumun hücrelerine kadar yayıldı. Sözde Müslüman demokratlar eliyle gerici vakıflar kuruldu.  Din okullarının sayısı artırıldı.  Seçmeli din dersleriyle bütün okullar din eğitimi veren okullara dönüştürüldü. Kuran, siyaset adamlarının elinde seçim aracı halini geldi. Tesettür giyim, kara sakal, kara çarşaf yadırganır olmaktan çıktı. Öğretmenlerden tutun, doktorlara varıncaya kadar türban, her alanda özgür artık. Anaokullarına giden kız çocukları bile artık bu özgürlükten(!) yararlanabiliyor. Demokrasi bu anlamda o kadar gelişti ki, kadın doktor, isterse, erkek hastaya bakmayabiliyor.
Bitmedi… Çok saygıda milletvekilinin birden fazla karısı var. On beş yıl önce şöyle bir söylem hayatımıza girdi. “Dindar Demokratlık…” Dendi ki Avrupa’da Hristiyan demokratlar var, bizde neden “Müslüman demokratlar” olmasın? Aklı başında insanlar bile “neden olmasın” dedi. Farklı kültürlerle bir arada yaşamak eskiden beri bildiğimiz bir şeydi. Osmanlı buna örnekti. Her şeyden önce Mevlana vardı. Fatih Sultan Mehmet Han vardı. Yunuslar, Pir Sultan Abdallar… O kadar çoktu ki… Gerçekten bunların hepsi “önce insan” diyordu. İnsanı her haliyle sevmiş, kabul etmişlerdi. Mezhepçilik yapmamışlardı, din, dil ayrımı gözetmemişlerdi. Bu toprakların halkı böyle bir kültürle büyümüştü.
Cumhuriyetse dindarlıktan korkuyordu. Aslında böyle bir korku yoktu. Sadece önlem almak vardı. Abartılı dini eğilimleri olanlara kuşkuyla bakılıyordu. Bunların orduya girmesi istenmiyordu. Cumhuriyeti kuranlar tarihten ders çıkarmıştı ve din işleri ile devlet işlerini birbirinden ayırmak istemişlerdi. Demokrasinin geleceği için buna büyük önem vermişlerdi. Yobazların, siyasette ve devlet kurumları içerisinde yükselmelerine engel olunuyordu. Sonuçta demokrasinin de kendisini koruması gerekmişti. Demokrasiyi yıkmak isteyen özgürlük, özgürlük olarak kabul edilmiyordu.
“Dinle barışacaksınız” diyenler, bir de başörtüsü tartışması çıkarmışlardı. Türban yüzünden devlet dinsizlikle suçlanır hale gelmişti. Kız öğrencilerin üniversitelere türbanla girmesi sorun oluyordu. Oysa buna gerek yoktu. İslam hoşgörü diniydi. Hoşgörü isteyenler, başörtüsüne de engel olunmasını doğru bulmuyordu. Hepimiz Mevlana'nın çocuklarıydık. Başını kapatanın, kapatmayana saygısı vardı. Herkes birbirine saygı duyuyordu. Kimse faşizm taraftarı değildi. Mini etek ne kadar özgürse türban da o kadar özgür olmalıydı.
Haklıydılar. Ne var ki ortada garip şeyler dönüyordu. Devlet, bir taraftan imam hatipler yoluyla toplumu dindarlaştırıyor, bir taraftan da türbana yasak getiriyordu. Sanki bilerek yapıyorlardı bunu. Laik devletin, dini gruplarla karşı karşıya gelmesini isteyenler vardı. Polis, türbanlı öğrencileri sürükleyerek üniversitelerden attığında vicdanlar kan ağlıyordu. Bütün haksızlıkların sorumlusu da cumhuriyetin yasaları olarak gösteriliyordu. Sanki doksan yıldır ülkeyi Mustafa Kemal Atatürk yönetiyordu. Bütün oklar ona çevrilmişti. “Kurduğun şu faşist devlete bak” demeye başlamışlardı. Ülkeyi bu hale getirenler şimdi hesap soruyordu. Tarih, baştan aşağı çarpıtılır olmuştu. Toplumun önemli bir kesimi bu iş çözülse çözülse "dindar demokratlarla" çözülür demeye başlamıştı. Böylece Müslüman demokratlar proje hayata geçmiş oluyordu. Bundan sonra oy'lar dindar demokratların olacaktı. Ülke, dindar demokratlar tarafından yönetilecekti. Liberal demokratlar da bu durumdan rahatsızlık duymuyordu.
Pinhan, işte böyle bir ortamda kaleme alındı. Bundan sonraki yazıda bu durum romanı nasıl etkiledi ona bakacağız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder