Devam edelim… Anne; Profesör Duşanka, konservatuarda piyano
ve müzik dersleri verir. Bach, Mozart, Beethoven gibi müzisyenleri (adeta)
taparcasına sevdiği anlatılmaktadır. Tarık’ın annesiyle ilgili yaşadığı kötü
bir anı yok. Anne öz verili… Bütün masraflarını o karşılıyor. Baba, evlendikten
sonra çocuğu ile ilgilenmiyor. Tarık bu durum üzerine görüşlerini şöyle dile
getirir. “Erkekler tarlada güçlüdür, kadınlar ise yatakta. Sen hiç, ‘bu gece
başım ağrıyor. Seks yapmak istemiyorum’ diyen bir erkek gördün mü? Göremezsin
çünkü bu söz kadınlara aittir. Bu sözler kadının erkek üzerindeki
hâkimiyetidir. Yatakta erkek üzerinde bu şekilde hâkimiyet kuran bir kadın, o
erkeğin önceki kadından olan çocuklarına karşı da aslında hâkimiyet kurmuş
olur. Diri ve güzel göğüslere sahip bir kadınla, bir erkek evlat olarak ben
kesinlikle yatak düzleminde âşık atamam. Bilirim ki o kadın her zaman galip
gelecektir” diyor. (s.27) Bu sözler üzerine söylenecek çok şey var. İlk soru şu
olabilir? Tarık nasıl biri? Kadından ne anıyor? Niye bütün suçu kadınların
yataktaki becerisinde arıyor? Böyle bir beceri var mı? Varsa sağlıklı mı? Suçlu
olan kadın mı? Kadınlar yüzünden mi erkekler sorumluluklarını yerine
getirmiyor?
Başka sorular da var. Bir erkek olarak Tarık kendisini ne
kadar tanıyor? Yukarıdaki sözlerle aslında kendisini mi anlatıyor? Erkekleri
masum, kadınları suçlu mu görüyor? Bir gün o da babası gibi karısını aldatırsa,
geri de bıraktığı çocuğu ile ilgilenmezse, sorumlusu o “Diri ve güzel göğüslü”
kadın mı olacak? Neden bir kadınla “yatak düzleminde” âşık atılamaz? Gerçekten
kadınların erkekler üzerinde böyle bir hâkimiyeti var mıdır? Varsa doğru mudur?
Cinsellik bu kadar mı bir insanın hayatını etkiler? Bunun dışında verilebilecek
başka bir mesaj yok mudur? Kadınlar cinselliklerini koz olsun diye mi
kullanırlar?
Tarık ile Suada arasındaki ilişkinin başlama şekli de
üzerinde durulacak bir konu… Aralarındaki aşk birden bire başlıyor. İlk görüşte
bir birlerine âşık oluyorlar. Suada bu durumu şöyle dile getiriyor: “Artık
profesörü dinlemiyordum. Aklım az önce odadan kovulan, çıkık elmacık kemiklere
sahip, güzel sesli genç adama takılmıştı. Küçükken sık sık gördüğüm rüyaları
hatırladım. O rüyalarda akşam güneşinin kızıllığı buğday başakları üzerine
çökerdi. Ateş gibi yanan başakların arasından yelesini dalgalandırarak yemyeşil
ağaçlarla kaplı dağlara tırmanan, şahane beyaz bir at görürdüm. Atın üzerinde
de az önce gördüğüm adam vardı.” (s.7)
Şimdi… Suada o sırada hayatının sınavını vermektedir. Müzik
eğitimi onun için hayati bir önem taşımaktadır. Böyle bir anda kapı açılır ve o
beyaz atlı prensi ile yüz yüze gelir. Sınavda başarılı olamadığı için üzgündür.
Kapıdan çıkınca omzuna bir el uzanır. Gelen Tarık’tır. Tarık, “Üzgün üzgün
durmayın öyle, az önce ne kadar tatlıydınız” diyerek Suada’yı teselli etmeye
başlar. Hemen o dakika da aralarında fırtınalı bir aşk başlayacaktır. Tarık bu
durumu şöyle anlatır: “Ben hayalperest değil sayende aşkperest oldum. Alev
renkli kızıl saçlarından ve su perisi güzelliğinden gözlerimi bir türlü alamıyorum.”
Nasıl? Daha yeni tanıdığınız birine aşkınızı bu şekilde itiraf edersiniz?
Sevenler arasındaki masumiyete ne oldu? Birbirinden hoşlanan iki muhafazakâr
genç, daha ilk gün, birbirine bu dili mi kullanır?
Şunu demek istiyorum. Duyguların bu şekilde kısa bir süre
içinde şımarıkça, açık (rahatsız edecek derecede açık) ifade edilmesi
diyaloglar yönünde romanı zayıflatıyor. Sevgi, davranışla değil, sözle (sürekli
sözle) ifade ediliyor. Kelimeler yetersiz kalınca sözcük uydurması yapılıyor.
Böylece "aşkperest" diye bir kelime üretiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder