Roman neyi anlatmalıdır? Bir halkın diğerine düşmanlığı
hangi açılardan ele alınabilir? Ya da halklar düşman olur mu? İncir Kuşları
romanında savaş nedeni din düşmanlığı olarak karşımıza çıkar. Müslümanlar
mağdur, Hristiyanlar katil olarak anlatılır. Hristiyan Batı aralarında
anlaşarak Avrupa’nın göbeğinde dinler arası savaşın fitilini
ateşlemişlerdir. Bu arada Sırpların
Müslümanlar arasındaki adı Çetnik’tir. (Çetnik: Boşnak Müslümanlarının Sırplara
söylediği argo sözcük. Sırplar da Müslümanlara yönelik böyle argo sözcükler
kullanırlar.) Roman karakterleri arasındaki nefret söylemi argo sözcükler
üzerinden sürdürülmektedir.
Sırp bir saldırgan, neyle suçlandıklarını soran bir
Müslümana şu karşılığı verir. “Aşırı Müslüman olmakla suçlanıyorsunuz.”(s.172)
Şöyle devam eder. “Türk'sünüz hem de Müslüman. Bundan daha büyük bir suç mu
olur?” Aynı şey Vulkadin için de geçerli. Vulkadin bir yerde şöyle
söyleyecektir: “Aylardan beri Kosova’nın intikamını Türklerden alıyoruz. Bu gün
de intikamımızı onlardan alacağız. Müslümanların kirli kanlarını
temizleyeceğiz.” (s.180) Sözü edilen "Kosova", "Kosova
Savaşı"dır. Canavar askerler yani Çentikler (s.181) savaşmaya, tecavüz
etmeye devam ederlerken bir taraftan da şu şarkıyı söyleyip kendilerinden
geçerler. "Kim yalan söylüyor, kim ağlıyor Sırbistan küçük diye. Bu gün ne
kadar Müslümanı hamile bırakırsak o kadar ala. Şimdi büyük Sırbistan'ı kuralım.
Türkleri kucağımıza oturtup hamile bırakalım.” (s.181)
İlerleyen sayfalarda Vulkadin’in general olan babası da
sahneye çıkar. Bir zamanlar oğlunun aşkı için okul basan baba, Vulkadin’e şöyle
der. “Şu Türk kızıyla ziyafet çektin mi?” (Suada'yı kastediyor.) Babasına
hınzırca bakan Vulkadin’in cevabı “evet”tir. (s.193) General de oğlu gibi
acımasızdır. Savunmasız bir esiri hedef tahtası yapacak kadar alçak biridir.
(s.195) Keskin nişancılar da ondan farklı değildir. Bir keskin nişancı şöyle
konuşturulur. “Müslüman Türk’ü öldürdüm. Onu bir köpek leşi gibi yere serdim.”
(s.195) Vulkadin, Türklüğe olan hakaretini özellikle vurgular. Bir yerde esir
tutulan, tecavüze uğrayan Suada için şöyle dediğini görürüz. “O benim Türk
yosmam,” (s.196) Türklere duyulan düşmanlık özellikle vurgulanmaktadır. Soru
şu: Sanat düşmanlık yayar mı? Sanatın görevi, halklar arasına düşmanlık
tohumları ekmek midir? Ya da bu tür sanat ürünlerine sanat denir mi?
Devam edelim. Sırpların en büyük dostları ise Ruslarla,
Rumlardır. (s.196) Bu açıklama, Yalnız Sırplara değil, Ruslarla, Rumlara da
öfke duymamız gerektiğini ifade eder. Başka bir sayfada bir Sırp askeri araçtan
indirdiği bir Boşnak’a şöyle hitap edecektir. “Söyle bakalım Türk piçi! Seni
şuracıkta öldürsem acaba ne düşünürsün?” Anne yalvarır. “Ne olur kızımı
öldürmeyin beni öldürün,” diye. (s.204) Asker devam eder. “Daha ne
bekliyorsunuz? Annesini hemen soyun. Otobüste seks partisi yapalım.” Ve altı
Çentik, yol boyunca kızının gözleri önünde anneye tecavüz ederler.
Bitmez. Her fırsatta, nefret söylemine devam edilir. Suada
sorar. “Neden biz? Biz bunu hak etmedik. Suçumuz Müslüman olmak mıydı?” Okura
iletilen mesaj şudur. Bakın, sizi öldürüyorlar ve sadece Türk ve Müslüman
olduğunuz için. Demek ki neymiş, Hristiyan'dan dost olmazmış. Tekrarlamakta
yarar var. Halklar dosttur. Hangi dinden ve milletten olurlarsa olsunlar
halklar her zaman dayanışma içinde yaşamıştır. Düşmanlığı, gücü ve parayı elinde bulunduranlar çıkarır.
Roman bunu görmez. Savaşa emperyalizmin bir oyunu olarak bakmaz.
Bir kadına günde en az on çentik tecavüz eder. (s.116) Hamile kadına Suada, çocuğun kimden olduğunu
sorunca şu karşılığı alır. “Bütün Çentikler.” Peki, bu kadın Çentiklerden
intikamını nasıl alacaktır? Kadın cevabı şudur: “Karnımdaki Çetnik’i
doğuracağım. Kız olursa adını Katarina, oğlan olursa Boşko koyacağım. O piçi
Sırp ismiyle büyüteceğim. Aklı her şeye erdiği zaman da, ona babasının bir Sırp
olduğunu, Sırpların bana tecavüz ettiklerini, onların mührünün de kendi varlığı
olduğunu söyleyeceğim. İşte o zaman ben, bir piçi bir Sırp'la vuracağım.
Böylece onlardan intikamımı almış olacağım.”
Ne kadar garip bir intikam senaryosu değil mi? Üzerine
söylenecek söz yok gibi.
NEDEN SİNAN AKYÜZ'ÜN İNCİR KUŞKARI ROMANI?
Neden Sinen Akyüz, neden İncir Kuşları romanı? Bu romanı ele
almamın nedeni kitabın 33. baskısını yapmış olması. (Son gördüğüm baskı sayısı
bu. Belki daha fazladır.) Bir kitap çok satıyorsa içinde neler olduğu merak
konusu oluyor. Nasıl bir kitap? İnsanlar ne okuyor? Değişimin önemli
araçlarından biri de kitaplardır. Çok satan bir kitap nitelikle bir eserse ne
mutlu onu kitabı okuyanlara… Demek ki insanlar güzel şeyler okuyor, kendilerini
geliştiriyorlar diyebiliriz. Ya değilse… Niteliksiz bir kitap sürekli basılıp
satılıyorsa? Sinan Akyüz'ün romanı için söylemiyorum. Şimdilik bilmiyorum.
Bakacağız. Birlikte düşüneceğiz, tartışacağız.
Kısaca romanın konusunu anlatmaya çalışayım. Romanda üç önemli karakter var. Suada, (On sekiz yaşında) Tarık,
Vukadin… Hepsi aynı konservatuarda,
birbirine yakın yaşlarda… Sude Bosnalı Müslüman bir ailenin kızı. Babası imam. Tarık’ın anne babası ayrı… Baba,
karısını bir öğrencisi ile aldatmış. Hem de eşinin yatak odasında… Kendisi
Boşnaklı Müslümanlardan… Anne (Duşanka) Sırp… Aldatma olayı yüzünden aile
dağılmış… Üçüncü karakter Vukadin… Sırp kökenli… Tarık, annesinin Hristiyan
olan ailesini sevmiyor. Kendisini Müslüman sayıyor. “Çünkü onlar dindar değil,
birçok Sırp gibi ırkçılar” diyor. (s.28) Kendisini babasının ailesine daha
yakın buluyor. Neden? Bu soru önemli.
Tarık’ın babası, yeni sevgilisiyle Almanya’da yaşamaktadır.
(İlerleyen sayfalarda ölecektir. Cenazesini Bosna’ya defnederler. Anne cenaze
törenine katılmaz.) Tarık’ın küçüklüğüne dair bir anı da babasının kendisini
gizlice sünnet ettirmesidir. Hristiyan anne bunu dert etmez ama anneanne ve
dede bu duruma kızar. Karşı tepki olarak torunlarını kiliseye götürerek vaftiz
ettirirler.
Buraya kadar anlatılanlara bakarak, metnin arka planında
Sırplara ve Hristiyanlara karşı negatif, Müslüman Boşnaklara karşı pozitif bir
bakış açısı var diyebiliriz. (Yanlış bir tutum mu? Olabilir.) Düşünce
çalışmaları yapıyoruz. Kızmaca yok… Onca hatalı tutuma karşı neden babanın
ailesi olumlu? Neden bir müzik profesörü olan, Bach’tan hoşlanan, ırkçı
yaklaşımları kabul etmeyen anne Duşanka'nın ailesi olumsuz ele alınmaktadır?
Buradan sanatın anlamına gelmek istiyorum. Sanat, insanı insana anlatabildiği,
halkları birbirine yaklaştırabildiği, gönüllere düşmanlık tohumları ekmediği
oranda sanattır. Siyasetçilerin toplum üzerindeki bölücü yaklaşımlarını
görmeden, halkların birbirine düşman olduğunu söylemek en hafif deyimle
cahilliktir. Devlet ve devletin etrafında toplanan çıkar gruplarıyla, halkı
birbirinden ayırmak gerekir. Filler tepişirken ezilen her zaman çimler yani
halklar olur. Halklar savaş çıkarmaz. İnsanlar bilir ki, zenginin çocuğu savaşa
gitmez, ezilen her zaman halk olur.
SİNAN AKYÜZ'ÜN İNCİR KUŞLARI ROMANINDA KADIN ERKEK İLİŞKİSİ
Devam edelim… Anne; Profesör Duşanka, konservatuarda piyano
ve müzik dersleri verir. Bach, Mozart, Beethoven gibi müzisyenleri (adeta)
taparcasına sevdiği anlatılmaktadır. Tarık’ın annesiyle ilgili yaşadığı kötü
bir anı yok. Anne öz verili… Bütün masraflarını o karşılıyor. Baba, evlendikten
sonra çocuğu ile ilgilenmiyor. Tarık bu durum üzerine görüşlerini şöyle dile
getirir. “Erkekler tarlada güçlüdür, kadınlar ise yatakta. Sen hiç, ‘bu gece
başım ağrıyor. Seks yapmak istemiyorum’ diyen bir erkek gördün mü? Göremezsin
çünkü bu söz kadınlara aittir. Bu sözler kadının erkek üzerindeki
hâkimiyetidir. Yatakta erkek üzerinde bu şekilde hâkimiyet kuran bir kadın, o
erkeğin önceki kadından olan çocuklarına karşı da aslında hâkimiyet kurmuş
olur. Diri ve güzel göğüslere sahip bir kadınla, bir erkek evlat olarak ben
kesinlikle yatak düzleminde âşık atamam. Bilirim ki o kadın her zaman galip
gelecektir” diyor. (s.27) Bu sözler üzerine söylenecek çok şey var. İlk soru şu
olabilir? Tarık nasıl biri? Kadından ne anıyor? Niye bütün suçu kadınların
yataktaki becerisinde arıyor? Böyle bir beceri var mı? Varsa sağlıklı mı? Suçlu
olan kadın mı? Kadınlar yüzünden mi erkekler sorumluluklarını yerine
getirmiyor?
Başka sorular da var. Bir erkek olarak Tarık kendisini ne
kadar tanıyor? Yukarıdaki sözlerle aslında kendisini mi anlatıyor? Erkekleri
masum, kadınları suçlu mu görüyor? Bir gün o da babası gibi karısını aldatırsa,
geri de bıraktığı çocuğu ile ilgilenmezse, sorumlusu o “Diri ve güzel göğüslü”
kadın mı olacak? Neden bir kadınla “yatak düzleminde” âşık atılamaz? Gerçekten
kadınların erkekler üzerinde böyle bir hâkimiyeti var mıdır? Varsa doğru mudur?
Cinsellik bu kadar mı bir insanın hayatını etkiler? Bunun dışında verilebilecek
başka bir mesaj yok mudur? Kadınlar cinselliklerini koz olsun diye mi
kullanırlar?
Tarık ile Suada arasındaki ilişkinin başlama şekli de
üzerinde durulacak bir konu… Aralarındaki aşk birden bire başlıyor. İlk görüşte
bir birlerine âşık oluyorlar. Suada bu durumu şöyle dile getiriyor: “Artık
profesörü dinlemiyordum. Aklım az önce odadan kovulan, çıkık elmacık kemiklere
sahip, güzel sesli genç adama takılmıştı. Küçükken sık sık gördüğüm rüyaları
hatırladım. O rüyalarda akşam güneşinin kızıllığı buğday başakları üzerine
çökerdi. Ateş gibi yanan başakların arasından yelesini dalgalandırarak yemyeşil
ağaçlarla kaplı dağlara tırmanan, şahane beyaz bir at görürdüm. Atın üzerinde
de az önce gördüğüm adam vardı.” (s.7)
Şimdi… Suada o sırada hayatının sınavını vermektedir. Müzik
eğitimi onun için hayati bir önem taşımaktadır. Böyle bir anda kapı açılır ve o
beyaz atlı prensi ile yüz yüze gelir. Sınavda başarılı olamadığı için üzgündür.
Kapıdan çıkınca omzuna bir el uzanır. Gelen Tarık’tır. Tarık, “Üzgün üzgün
durmayın öyle, az önce ne kadar tatlıydınız” diyerek Suada’yı teselli etmeye
başlar. Hemen o dakika da aralarında fırtınalı bir aşk başlayacaktır. Tarık bu
durumu şöyle anlatır: “Ben hayalperest değil sayende aşkperest oldum. Alev
renkli kızıl saçlarından ve su perisi güzelliğinden gözlerimi bir türlü alamıyorum.”
Nasıl? Daha yeni tanıdığınız birine aşkınızı bu şekilde itiraf edersiniz?
Sevenler arasındaki masumiyete ne oldu? Birbirinden hoşlanan iki muhafazakâr
genç, daha ilk gün, birbirine bu dili mi kullanır?
Şunu demek istiyorum. Duyguların bu şekilde kısa bir süre
içinde şımarıkça, açık (rahatsız edecek derecede açık) ifade edilmesi
diyaloglar yönünde romanı zayıflatıyor. Sevgi, davranışla değil, sözle (sürekli
sözle) ifade ediliyor. Kelimeler yetersiz kalınca sözcük uydurması yapılıyor.
Böylece "aşkperest" diye bir kelime üretiliyor.
ROMANINDA "BİR GÖRÜŞTE AŞK"
Suada’nın Vulkadin’in aşkına verdiği tepki için de
söylenecek çok söz var. Vulkadin de aşkını Suada’ya damdan düşer gibi ifade
eder. Aşkına karşılık bulamayınca okulu bırakır. General baba, bunun üzerine
okulu basar, oğlunu bunalıma sokan kızın kim olduğunu araştırır. (Fazla, çok
anlamsız, aşırı abartılı bir tepki değil mi?) Bir babanın yetişkin çağdaki
oğlunun aşkı yüzünden okulu basması ne kadar gerçekçi? Bunu nasıl
açıklayacağız? Roman’da olur böyle şeyler mi diyeceğiz? Salla gitsin mi
diyeceğiz? Yazar, olumsuz karakteri daha da olumsuz göstermek için neden bu
kadar gereksiz bir çaba içine giriyor? Generale göre konservatuar, sanat
zırvalıklarıyla Sırp gençlerinin beynini yıkamaktadır, oysa silaha sarılarak
savaşmayı öğrenmelidir. İyi de bu baba daha önce oğlunun konservatuara
gitmesine bir şey demiş midir? Niye birden bire sanat düşmanı oluyor? Sanat
eğitimi alan Vulkadin (ilerde göreceğiz) aslında korkunç bir canidir. Hatta
katildir. Demek ki sanattan hiç nasibini almamış biri? Böyle biri neden sanat eğitimi
almak istemiş? Bu sorulara da kitapta cevap verilmiyor.
Kitabın başında okurla şöyle bir pazarlık yapıldığını
görüyoruz. "Bu kitap hayal ürünü
bir roman değildir. Tamamen gerçeklere dayanır." Romancının işi, sadece
görünürdeki manzarayı göstermek midir? Daha derinde neler olup bitiyor? Asıl
roman daha derine inmek değil midir? Romancı, sadece duyduklarını, okuduklarını
anlatmakla yetinemez. İnsan söz konusu
olduğunda tek yanlı bir bakış açısıyla bir yere varamayız. Soracağımız ilk soru
şu olmalıdır? İnsanları bu hale kim getirdi? Bu vahşet tohumları Yugoslavya
topraklarına kimler tarafından, nasıl ve niçin ekildi? Sırplar "atadan,
dededen Müslüman düşmanıdır" dersek ve sadece bunun gerçek olduğunu
varsayarsak, insanlara doğru mesaj vermiş olmayız. Asıl gerçek bu değildir.
Böyle yaparak sadece halklar arasına düşmanlık tohumları ekmiş oluruz. Bunun
kime faydası var? Tabi ki para babalarına faydası var. Bunun anlamı sanatı para
babalarının yararına kullanmaktır. Onların amacına hizmet için roman yazmaktır.
Halkın safında değil, petrol krallarının safında yer almaktır.
Devam edelim… Konumuz yine aşk olsun. Bir görüşte aşk...
Suada, Vukadin’in aşkı için şöyle düşünür. “Benim Tarık’ı görür görmez âşık
olmam gibi o da bana âşık olmuş demek.” (s.62) Kendinden biliri bunu ama
başkasına karşı anlayışlı değildir. Düşünelim şimdi… “Bir görüşte aşk” yok
mudur? Elbette vardır ancak bu konunun tartışılması gerekir. Nedir ilk görüşte
aşk? Moda "deyimle elektrik"
almak mıdır? Kimler kimlerden elektrik alır? Hasta yatarken, makyajsız,
bakımsız, cansız bir kadından elektrik almak mümkün müdür? Elektrik ne zaman
ortaya çıkar? Kadın bakımlı olduğunda mı? Hoşlanmanın ölçütleri nelerdir? Şunu
biliyoruz. Kadınla erkeğin birbirine yasaklı olduğu ülkelerde "bir görüşte
aşkın" sıkça yaşandığını biliyoruz.
Karşı cins görmemiş bir erkek (Ya da kadın) için dikkat çekici ilk özellik fiziksel
görünümdür. Yani güzel ya da çirkin
olmaktır. Erkek yakışıklı değilse kadın
onu beğenmeyecek midir? Gelenekçi toplumlarda kadının böyle bir hakkı yok.
(Hala yok. Dünya üzerinde geniş bir kesim hala feodal yaşıyor) Birçok evlilik
için kadın ya da erkek olmak yeterlidir. Erkekle kadının eş beğenirken, seçici
olabilmesi, sosyal hayatın ne kadar özgür olduğu ile ilgili. Kadın görmekte
(tanımakta) zorlanmayan bir erkeğin ilk görüşte aşk yaşaması mümkün
olmayacaktır. Fiziksel görünümün yanında başka ölçülerinde olması gerekecektir.
Bir kadının (Ya da erkeğin) zenginliği yalnızca görünümüyle değil, kendini ne
kadar geliştirmiş olduğuyla da ilgili olacaktır. Yani insanın iç dünyasına
yaptığı yatırım da beğenilme ölçütleri arasına girecektir.
İncir Kuşları romanında böyle bir şey yok. Aşk, feodal bir
bakış açısıyla ele alınıyor. Suada sanki şehre yeni inmiş çok güzel bir köylü
kızı. Kendisini seven erkekler de öyleler. Kitapta sık sık Suada’nın ne kadar
güzel olduğu dile getiriliyor. Öyle ki konservatuardaki bütün erkekler onunla
ilgilenmektedir. Herkesin gözü onun üzerindedir. Bu kadar çok tecavüze uğraması
da güzel olmasından kaynaklanır. Tarık da Vulkadin de onu çok güzel olduğu için
sever. Aslında kitaptaki kültür, Avrupa kültürü (Sosyalist eğitimden geçmiş
kültür) değil de, daha doğuya belki Türkiye'ye ait bir kültür. (Bu konuya
tekrar dönülecek)
İNCİR KUŞLARI ROMANINDA SAVAŞ NEDENİ
Vulkadin de Tarık gibi Suada'ya bir görüşte âşık olmuştur.
Aslında üç genç ayrı kaderi paylaşır. Ortak kaderleri "bir görüşte
aşk"tır. Bu duygunun çaresizliğini bildiklerine göre birbirlerini
anlamaları gerekmez mi? Hiç biri bu olgunlukta değildir. Vulkadin, bencilik
yapar. Ama fazla ileri gitmez. Suada'nın yolunu keser. Sarılmak ister. Bir
taraftan da diz çökmüş, yalvarmaktadır. Suada da bencildir. Karşısındakinin
neden böyle davrandığına anlam veremez. Sonunda sinirlenir ve şöyle der. “Ben
Tarık’ı seviyorum. Senin gibi zavallı bir sürüngeni değil. Şu haline bak. Diz
çökmüş, yerlerde sümüklü böcek gibi kıvranıp duruyorsun. Seni sevmiyorum.” (s.34) Vulkadin, daha sonra Suada'ya defalarca tecavüz edecek ve şunu
diyecektir. “Şu haline bak, yerlerde sümüklü böcekler gibi kıvranıp
duruyorsun.” (s.176) Tecavüz sahneleri Türk filmlerindeki sahneleri hatırlatır.
Roman boyunca Sırpların, daha doğrusu Çentiklerin, (Sırplar için kullanılan argo sözcük) şarkılar eşliğinde, kahkaha atarak, tutsak
kadınlara tecavüz ettiklerini görürüz. Buna neden kadınların Türk ve Müslüman
olmasıdır. Savaşın en büyük nedeni olarak bu gösterilir.
Suada, bir gün Teyzesine sorar. “Müslüman olduğumuz için mi bizi yok etmek
isteyecekler?” diye. (s.47) Düşmanlığın asıl nedeni Teyze İfeta'ya göre, “Ezeli
kin”dir. (s.48) İfeta şöyle devam eder: “Çok yakın bir gelecekte Yugoslavya'nın
dağılmasıyla birlikte, yıllar önce bu topraklara ekilmiş ezeli kinler de
yeniden filizlenecek. Sırplar, 1. Kosova Savaşı’nın intikamını Boşnaklardan
almak isteyecekler. Yıllardır bunun hayaliyle yanıp tutuşuyorlar,” (s.48)
Suada’nın bu açıklamaya karşılığı “Biz Türk değiliz ki, Müslüman Boşnaklarız.”
(s.48) şeklinde olur. Teyze güler. “Sen
bu söylediklerini gel de Sırplara anlat bizi Slav ırkından değil de Türk
ırkından türediğimize inandırmaya çalışıyorlar,” (s.49) Bu cümleden anlaşılan
Bosnalı Müslümanların Slav olduğu mudur? Öyleyse, neden Sırplar Boşnakları Türk
ırkından olduklarına inandırmaya çalışıyor? Boşnaklar aslında kendilerini Türk
olarak görmüyor mu? Bunun böyle olmadığı karakterlerin diğer açıklamalarından
anlaşılıyor. Yoksa Türklükten çok vurgulanmak
istenen Müslümanlık mıdır? Burası karışık.
Savaşın nedeni Hristiyanlık, Müslümanlık çatışmasıyla,
Müslümanlar hep mağdur mu olmuştur? Şiddete şiddetle karşılık verilmemiş midir?
Roman bu konuya değinmiyor. Bazı olaylara Müslümanlar neden olsa da onlar hep
mağdur sayılıyor. Şu olay örneğin: Teyze, Suada'ya şöyle der: “Dün gece iki
Müslüman genç, bir düğün sırasında Sırpların üzerine ateş açmış. Sırp gelinin
babası olay yerinde ölmüş. Sırp askerlerde güya Müslüman terörizmine karşı
önlem almışlar bu gün.” Suada’nın buna yönelik verdiği cevap şu: “Bu çok saçma…
Münferit bir olay için koca şehir abluka altına mı alınırmış.” Bunun dışında
Müslümanlar da şöyle yaptı diye bir konu üzerinde durulmamaktadır. Belki de
düğünü basanlar ortalığı Sırplar lehine karıştırmak isteyen emperyalist güçlerdi.
Sırpları, Boşnaklara karşı kışkırtmak için bir bahane arıyorlardı. Romanda
böyle senaryolara girilmez. Savaşın nedeni
tarihsel kindir, Hristiyanların Müslümanları sevmemesidir.
Romandaki nefret söylemi, yalnızca Sırplara yönelik de
değil. Yahudiler de bu düşmanlıktan payını alır. Şehirde susuzluk başlayınca
bir şirket su satma işine girişmiştir.
Şirket, nehrin suyunu arıtarak para kazanmaya çalışmaktadır. İşi yapan
kişi bir Yahudi’dir. Teyze acı acı gülerek “Şu Yahudi milletini
anlayamayacağım,” der. (s.150) Bu yolla
Yahudilerin ne kadar para canlısı olduğuna, âdete leş kargası gibi
davrandıklarına gönderme yapılır. Herkes birbirini boğarken birilerinin oraya
su taşıması bile eleştiri konusu olur. Her şey için sık sık "maşallah,
inşallah, Allah razı olsun" diyen roman karakterleri bu konu için olumlu
bir şey düşünemez. Yahudilerin ne kadar çıkarcı olduğu sonucuna varırlar. Bir
şirket sahibi yüzünden bütün Yahudiler küçümsenmiş olur.
ROMANINDA "İLKEL KADIN" BENZETMESİ
Sanatın bir amacı da eğitim midir? Yoksa sanat yalnızca
sanat için midir? Romanların kişilik gelişim sürecine katkısı var mıdır? Kadın
erkek ilişkilerini düzenlemede sanattan yararlanmak mümkün müdür? Bu sorulara
farklı cevaplar verilebilir. Kadın erkek ilişkileri yönünden İncir Kuşlarına
bakalım. Romandaki kadın karakterlerin erkekleri ele alış şekillerinde önemli
bir sorun var. Gençler bu karakterlerden etkileniyorsa umut ışığımız azalacak
demektir. Teyze’nin şu cümleleri örneğin: “Erkekler nankördür Suada. Onlar için
boş yere ışıklarımızı harcıyoruz. Gündüz onların yanında yanan bir ışık
olduğumuzu göremiyorlar. İlla ki gece yatakta yanıp sönen fosforlu orospuların
ışıklarını görecekler. Erkekler iyi niyetimizi hep kullandılar. Kullanmaya da
devam ediyorlar. Sen de kendine dikkat et, daha toysun.” Bu sözlerle yetişen
biri, erkekleri nasıl tanıyacak? Karşı
cinsi bu şekilde değerlendiren Teyze, on sekiz yaşındaki Suada’ya annesinden
daha yakındır. Suada bunu teyzesine şu şekilde ifade eder: “Bana neredeyse annemden
bile daha yakınsın.” (s.108) Teyze’nin
cevabı da şöyle olur. “Şşşt. Bu sözleri ablam duymasın. Öldürür beni”
Bu tutum, (erkekler genellemesi) kadın davranışı olarak
romana damga vurmuştur. Aynı bakış açısı birçok yerde karşımıza çıkar. Suada,
Vulkadin’in kendisine olan aşkında söz edince teyze şöyle der. “Ah aptal
erkekler… Bu kokuşmuş türlerin hepsi böyle işte. Bir kadını elde edene kadar
ağız isali, o kadını elde ettikten sonra da kabız herifin deki olurlar.
Tehlikeli arzularını, dil şaklabanı bu oğlan aşk zannediyor galiba” (s.37)
Aşkın ne olduğu konusu da oldukça karışıktır. Diyelim âşık
oldun, evlendin. Evlendiğin kişiye nasıl davranacaksın? Teyze bunu şaka yollu
şöyle ifade edecektir. “Sırtına bindiğin tayı şimdiden kırbaçlamazsan, günü
geldiğinde o da seni sırtından kaldırıp atabilir. Erkeklerin tercih ettiği
öteki kadınlara bir bak Suada. Hiç kendine sordun mu? Erkekler bu tür kadınları
neden el üstünde tutuyorlar. Ben bu sorunun cevabını buldum. Çünkü erkekler
hayatı yokuşa süren kadınlara tapıyor. Onlar için adeta deliriyorlar” (s.38)
Suada'nın ablası Edine de aynı şeyi nişanlısı için düşünür:
“Ben ondan çekeceğime, o benden çeksin. İfeta Teyzemi görmüyor musun? İki kez
nişanlandı. İkisinde de erkekler onu yüz üstü bırakıp gittiler. Sen aşktan ne
anlarsın ki zaten” (s.43) Aşktan anlamak buysa, anlamamak nasıl oluyor? Doğru
aşk için de bazı özellikler olduğu belirtilir. Farklı kültürlerden insanların
birbirlerine aşık olması mümkün müdür? Bunu, Suada'nın Tarık için söylediği şu
sözlerden anlayabiliriz. Suada Tarık ile
ilgili teyzesine şu bilgiyi verir. “Annesi Hristiyan olabilir ama babası
Müslüman. Hiç merak etme sen, çocuk sünnetli zaten” (s.44) Bunlar olmadığında,
evliliğe gidecek olan bu beraberliğe izin verilmeyecektir.
Oysa Tarık'ın annesi Duşanka (Hem Sırp, hem Hristiyan'dır.)
Müslüman bir adamla evlenebilmiştir. Kocasının sünnetli ve Müslüman olması
sorun olmamıştır. Sorun, Müslüman kocanın, bir öğrenciyle aşk yaşamış
olmasıdır. "Erkek kadına ne için gereklidir?" sorusu da romanda
önemli yer tutuyor. Buna soruya verilen cevap “Çocuk için”dir. Kuaför kadın “İnşallah yarabbim tez bir
vakitte bize de bir koca verir.” der. Sonra da düzeltir. “Sen beni yanlış
anladın. Artık anne olmak istiyorum. Yoksa bir erkek benim neyime lazım. Allaha
şükür işim gücüm var benim.” (s.81) Aynı durum teyze İfeta ’da da vardır. O da
anne olmak için bir erkeğe ihtiyaç duyduğunu söyler. Bu düşüncesini şu sözlerle
dile getirir. “İlkel kadınlar böyle bir
şey işte. Önce erkeği istiyorsun, sonra da ondan olacak çocuğu. En sonunda da
delicesine sevdiğin adamı, kucağına aldığın çocuğa değişi veriyorsun.” (s.82)
Demek ki bütün bu bakış açıları ilkel kadınlara özgüdür. Roman bunu kabul eder
ancak, modern tavrın ne olduğu konusunda bilgi vermez.
İÇ SAVAŞ VE NEDENLERİ
Yugoslavya nasıl bu hale geldi? Neden iç savaş çıktı? Daha
önce kimse kimseyle kavga etmezken şimdi ne oldu? Mesele yalnızca Hristiyan -
Müslüman çatışması mıdır? Emperyalizm, yenidünya düzeni bölgede nasıl bir oyun
oynadı? Dünya çapındaki yeni sömürü düzeninden
halklar nasıl etkileniyor? Petrolün ve silahın sahipleri neden halkları
birbirine düşman etmekte? Yenidünya
düzeni nedir? Kapitalist düzen sosyal
hayatı nasıl etkilemektedir? Yugoslavya'nın tarihinde barış içinde yaşanmış
uzun bir dönem var. Bu dönemde din farkı, kültür farkı gözetmeden insanlar aile
olabilmişler. Müslüman, Hristiyan
birbirine karışmış. Romanda bu da var. Önemli bir konu ancak, roman bunun
üzerinde durmaz. Böyle bir halkın arasına kim ayrılık tohumları ekti? Roman,
bunu tarihsel öfkeyle açıklıyor.
Yıllar önce Osmanlı İmparatorluğu Sırplara zulüm yapmış. Bu
zulüm, romana göre şimdi katliama dönüşüyor. Sosyalizm döneminde bu öfke neden
yoktu? Nasıl oldu da uzun yıllar barış içinde yaşandı. Roman bunu da tartışmaz.
Geçmişte ne olduğunun önemi yoktur. Barış dönemine değil, daha geri bir zamana,
Kosova savaşı zamanına gidilir.
"Daha sonra ne oldu?" sorusu sorulmaz. Tito döneminde herkes
birbirine aynı ülkenin yurttaşı gözüyle bakıyordu. Kimler oğlu babaya, babayı
oğula düşman etti? Roman bu sorunlara hiç değinmiyor. Neden? “Sosyalizmi tekrar
kuralım” denilmesinden mi korkuluyor? Devir değişti. Sosyalizmden vazgeçildi.
Halklar kardeşçe nasıl yaşayacak? Bir halkı diğer halka düşman göstermekten
nasıl vazgeçilecek?
Çanakkale savaşı bile iki düşman tarafın birbirine yaptığı
iyiliklerle dolu. Tarih bu gerçeği görmezden gelemedi. İncir Kuşları romanında
sadece düşmanlık var. Neden? Sırplar, yalnızca Türk ve Müslüman olduğu için mi
Boşnaklara saldırdı. Onlara tecavüz ettiler. Hem de babalarının, kardeşlerinin
yanında. Karşı gelenleri öldüler. Kitapta,
katliamda ve tecavüzde sınır tanımayan korkunç bir Sırp halkı
anlatılıyor. Bunun kime faydası olacak? Biraz tarih bilenler şunu da bilir.
Örneğin, 1915 Ermeni olayları yaşanırken bazı Türk aileleri, Ermenileri
saklamaya çalışmışlardır. Müslüman bir
aile, Hristiyan bir aileyi asker şiddetinden korumak için evine saklar.
Hitlerin soykırımında bile bu var.
Bir halkı baştan aşağı düşman göstermek bir romanın konusu
olmamalıdır. Sadece, insanı insana en iyi şekilde anlatan edebiyata, tiyatroya,
sinemaya sanat diyoruz biz. İnsanı insana düşman eden bir roman sanat
sayılabilir mi? Çok satabilir, çok okunabilir ama sanat olabilir mi? Romanın bir yerinde, tecavüze uğramış
kadınlar bir eve sığınır. Sırp bir aile onlara yemek verir. (domuz kulağıymış
yedikleri). Sabah olunca eve askerler dolar. Çünkü Sırp aile, kadınları
Sırplara ihbar etmiştir. Neden ihbar etmişler peki? Daha önce, (savaştan önce)
bu kadınlardan biri bu Sırp ailenin domuzuna taş atmış, domuzun ayağı kırılmış.
Aile bunu unutmamış. Böylece Sırp aile, Müslüman komşularından intikam almış
oluyor. (s.203)
Romanın ikinci yarısından itibaren Sırpların ne kadar
insanlık dışı yaratıklar olduğunu okuyoruz. Sadece kız çocuğuna annesinin
yanında tecavüz etmekle kalmazlar. Psikolojik işkenceye de tabi tutarlar. Önce,
şunu okursan "annene tecavüz etmeyeceğiz" derler. Okunacak metin
şöyledir. “Oh, Tanrı Slobodan, Büyük Sırbistan'dan bize bak ve bizi kutsa, bizi
kutsa ki, yıkansın kirli ruhlarımız, temizlensin pis inançlarımız,” (s. 202)
Okusan da tecavüzden kurtulamazsın, okumasan da…
İNCİR KUŞLARI ROMANINDA MÜSLÜMAN HIRİSTİYAN ÇATIŞMASI
Halklar, birbirine nasıl düşman olur? Ya da savaş nedir?
Tarihin hangi döneminde savaşın sahibi halk olmuştur? İncir Kuşları romanının
böyle bir şeyden haberi yoktur. Savaşın nedeni din karşıtlığıdır. Din
düşmanlığı yüzünden Bosnalı Müslüman kadınlara sürekli tecavüz edilir.
Birleşmiş Milletler Ordusuna mensup bir general de tecavüzcüler arasındadır.
Böylece, Hristiyan Müslüman çatışmasında tam bir ayrıma gidilmiş olur. Bütün
Hristiyan dünyası Müslümanlara düşmandır mesajı verilir.
O kadar yoğun bir tecavüz söz konusudur ki, Suada bunu şöyle
dile getirir. “Sadece sırt üstü yatıp onların kendilerini tatmin etmelerine
seyirci kalıyorum. Artık onlardan değil, kendimden iğrenir oldum.”(s.235)
Suada’nın ölmekte olan Vulkadin’e gösterdiği tepki de ilginçtir. Tepki
şöyledir. “Sana karşı nefret dolu içim. Dilerim Allahtan cehennemde yanasın
Vulkadin. Sen beni çok sevmedin, sen beni sadece çok incittin… Baban da beni
General Lewis MacKenzie servis yaptı. Galiba senin soysuz bir erkek olduğunu
anladı.” ” Bu kadar tecavüzden sonra söze (bu türden açıklamalara) gerek var
mıydı? Suada ne dediğinin farkında mı? Sevseydin beni incitmezdin, bana tecavüz
etmezdin, beni başkalarının tecavüzünden korurdun, sen ne biçim adamsın mı
demek istiyor? Bu nasıl bir diyalog?
Aslında bütün diyaloglar kötü bir tiyatrodan alınmış gibi.
Örnek verelim. “Demek konuştuğumuzu duydun ha! Hiç merak etme seni
öldürmeyeceğim. Çünkü güzel vücudunu solucanlara yem yapacağıma, şu güzel
tenini kendime yem yaparım.” Asker bunu Suada’ya söyler. Suada’nın cevabı:
“Senin gibi iğrenç bir adamın koynuna girmem ben. (…) Ben bir fahişe değil
kurbanım. Esas fahişe olanlar sizi doğuran anneleriniz. Onlar öyle bir fahişe
ki, sizin gibi canileri doğurup masum kadınların üzerine et yiyici köpekler
olarak salmışlar.”
Karşı nefret söylemi romanın ilerleyen sayfaları boyunca
devam etmektedir. Vukadin, Müslüman bir erkeği bir kadına tecavüze zorlar. Adam
kabul eder ama Vukadin tecavüzü beğenmez. Bunun üzerine adama şöyle söyler:
“Pis Müslüman, seks yapmayı bile bilmiyorsunuz. Şimdi Karadağlı bir Ortadoks’un
Müslüman bir kadınla nasıl seviştiğini kendi gözlerinle göreceksin.” Sözü edilen Ortadoks bunun üzerine kadına
tecavüz eder. Suada tecavüze uğrayan kadını önce tanıyamaz. Ta ki Vukadin, iyi
bak deyinceye kadar. Ancak o zaman kadının ablası Edina olduğunu anlar. (s.212)
Vukadin ölüm emrini verdikten sonra da Suada tecavüze
uğramaya devam edecektir. Bu kez yirmi karton sigara karşılığında bir sürü
kişiye satılır. (s.254) Bu şekilde tecavüz hikâyelerine devam edilmektedir.
Çentikler tecavüzle de yetinmezler. Tecavüz ettikleri bütün kadınların sırtına
haç işareti çizerler. (s.257) Haç işareti, Müslüman düşmanlığının sembolü
gibidir. Ya da bu yolla Müslümanlık yok edilmeye çalışılmaktadır.
İNCİR KUŞLARI ROMANINDA KADIN SORUNU
Teyze İfeta, birçok yönden aslında olumsuz bir karakter
olarak karşımıza çıkar. Roman, bunun farkında değil gibidir. Yapılan konuşmalar
arka plandaki ilkelliğin açığa çıkmasına neden olur. İfeta, erkeklerden bir şey
anlamadığı gibi, mesleğinden de bir şey anlamamıştır. Bir gün şöyle diyecektir.
"Bir zamanlar tarihçi olma şansım varken, ben idealist bir hemşire olmayı
yeğledim.” (s.107) Bu konuda samimi midir? Değilse niye böyle konuşmaktadır?
Teyze’nin kardeşi de aynı fikirdedir. Hemşirelik yüzünden kardeşinin
nişanlılarını bile elinde tutamadığından yakınarak şöyle der: “Bayramı, seyranı
yok. Kızcağız çalışmaktan nişanlılarını dahi elinde tutamadı. Yine nöbeti var.”
(s.113) şöyle devam eder. “… Erkekler ilgi ister. Kendini işine vereceğine
biraz nişanlın olacak adamlara ver. Adamlar ne yaptı peki? Bundan ilgi
görmeyince biraz ilgi gördükleri Boşnak kızların peşinden bir keklik gibi seke
seke bir keçi gibi hoplaya zıplaya gittiler.” (s.114) Demek ki, evlenmek, bir
erkeğe sahip olmak hemşire olmaktan daha iyidir. Neden? Aslında söylenmek
istenen şu dur: "Kadının fıtratında evlenerek çocuk doğurmak vardır."
Devam edelim. Şu olay da ilginçtir. Bir gün abla Edina, ilgi
duyduğu bir gence, "hayır" karşılığı verdiğini söyler. Genç de ona
“Sen kendini ne zannediyorsun? Sanki peri padişahının kızı mısın? Bu kadar naz,
inan ki ben de sabır bırakmaz” der. (s.119) Cevap nasıl? Beğendiniz mi?
Neyse… Suada, bunun üzerine Edina 'ya
şöyle söyler. “…Bir insan yeteri kadar cesur değilse aşka bulaşmamalı, ağızdan
çıkan bir söz de her şeyi silip bir kenara atmamalı.” (s.120) Aşk, hayatın anlamı mı yoksa cesur olmayı
gerektiren bir duygu mu? Suada devam eder. "Ben de cesur davranıp Tarık’a
yıldırım aşkıyla tutulmuştum. İyi ki de cesur davranmışım.” (s.120)
Burada nasıl bir ders var? Yıldırım aşkı yoksa aşk yoktur mu
deniyor? Ya da yıldırım aşkı nasıl gerçekleşecek? Tek taraflı yıldırım
aşklarını ne yapacağız? Böyle bir şey mümkün değil mi? Mesela Vukadin’in
yıldırım aşkı işe yaramadı. Vukadin, romanın ilerleyen sayfalarında cesur
davranarak Suada’nın peşini bırakmayacaktır. Aşk bunu da mı haklı kılar? Haklı
kılmayacağını biliyoruz. Demek istediğim “aşk kavramına “ hatalı bir yaklaşım
var. Roman, aşkı yaşayanların hayatını anlatmıyor aslında. Erkek kültüründe
kendini kadın olmaya adamamış kadınları anlatıyor.
Bir örnek daha… Teyze Suada’yı yine şaka yollu erkekler
konusunda bilgilendirecektir. “Ayrıca şunu unutma ki erkekler kalın ciltli
kitaplardan değil, (donanımlı kadınlardan demek istiyor) çerez niyetine alıp
okuyabilecekleri kitaplardan hoşlanırlar. Benim gibi ansiklopedik kadınlar, sığ
düşünceli erkeklere ağır gelir. Bu yüzden de bizi başlarının üstünde
taşıyamazlar. Çünkü içi boş bir kafanın üzerinde ağırlık taşıdığı nerede
görülmüş.” (s.136) Teyze daha önce kendini ilkel kadınlara benzetmişti. Anne
olmayı istemenin böyle bir şey olduğunu söylüyordu. Şimdi ise ansiklopedik
kadın olduğundan şikâyetçi… Yani bilmiş kadın. Okumuş, birikimli kadın…
Aslında, Suada’nın kültürel değerlerinden bakıldığında
Tarık’ın arkasına bakmadan çekip gitmesi gerekir. Suada, tecavüze uğrayan bir
kadının kirletildiği inancına sahiptir. Defalarca tecavüze uğradığından
namusunu kaybettiğini düşünür. Müslüman
bir erkeğe, onlarca (belki yüzlerce) erkekle beraber olmuş bir kadını eş olarak
almak yakışmayacaktır. Türk filmlerini hatırlayacak olursak aslında böyle
kadınların intihar etmesi beklenir. Bu defa senaryo böyle gelişmez. Bunun
nedeni nedir? Bekli de Tarık’ın annesi (Sırp ve Hristiyan olan kadın)
Duşanka’dır. Onun ve bütün Boşnak halkının aldığı kültürdü. Yani geçmişteki
sosyalizm deneyimidir. Bu yüzden Duşanka Suada'yı bir şey olmamış gibi bağrına
basar. Oğluyla tekrar bir araya gelmelerini sağlar. (s.300-301) Duşanka’nın
kültüründe namus bacak arasında değildir. İnsanlar, dinlerine ve renklerine
göre gruplara ayrılmaz. Sosyalizm bu tür anlayışları reddeder. Bu nedenle
Duşanka'nın gözünde herkes insandır. Ve
bütün insanlar kardeştir. Roman bunu da görmez. Sadece Duşanka ile Suada’nın
karşılaşmasına yer verilir. Bu sayede Suada Tarık'la evlenecek yuva
kurabilecektir.
ROMANIN YANILGISI
İncir Kuşları romanının en büyük yanılgısı Yugoslavya iç
savaşını milliyetçi bir söylem üzerine oturtmaya çalışmasıdır. Roman,
insanlığın demokrasi yolunda kat ettiği ortak deneyimden yararlanmaz. Sorunu
Hristiyan-Müslüman çatışması olarak ele alır. Bunla da yetinmez, bir milletin
diğerine olan öfkesini pekiştirmek ister. Boşnak halkına sizi ezdiler,
katlettiler çünkü siz, Türk ve Müslümandınız demeye çalışır. Adeta yangına
körükle gitmektedir. Farlı kültürler arasında ortak yaşama olanağı yok gibi
davranır. Tarihi öfkelerin unutulmadığı, kuşaktan kuşağa aktarıldığı
kanısındadır.
Aslında Roman, kendi içinde çözümü de taşır ama bu konu
üzerinde yeteri kadar durulmaz. Buna en iyi örnek, Anne Duşanka’nın durumudur.
Bir Sırp olan Duşanka romandaki en olumlu karakterdir. Aslında savaşı
sonlandıracak olan şey de Duşanka’nın hayat anlayışında saklıdır. Savaş sırasında Sırplar Duşanka’ya şöyle bir
mektup gönderecektir: “Sizden derhal aile yakınlarınızı da yanınıza alarak Saraybosna’yı
terk etmenizi istiyoruz. Şayet Sırbistan’a gitmeyip Müslüman Türklerle yaşamaya
devam ederseniz, boğazınıza kadar Müslümanların kanına batacaksınız. Sırplıktan
çıkarılacak evnuh ( Müslüman Boşnaklarla yaşayan Sırplar için kullanılan argo
sözcük. Hadım edilen erkeklere ne gözle bakılıyorsa Müslümanlarla yaşayan
Sırplara da o gözle bakılırmış.) ilan edileceksiniz” (s. 104) Buna rağmen
Duşanka bu savaşın bir parçası olmaz. Hristiyan olmasına rağmen bir
Hristiyan’la evlenilmez dememiştir. Irkçı ve dinci olmamıştır.
Duşanka dışında bütün
Sırplar Irkçı ve dincidir. Duşanka’yı yetiştiren kültürün sosyalizm olduğundan
da söz edilmemektedir. Yugoslavya’nın tarihinde sanki böyle bir dönem
olmamıştır. Nadiren bu durumdan söz edilse de küçümseyen bir dil
kullanılmaktadır. Romanın bir yerinde Suada şöyle diyecektir: “Tito’nun kibrit
kutusu evlerinde yaşadığımızı unuttun galiba teyzeciğim” (s.36) Koca memleket
herkese dar gelirken, Tito’nun neden büyük evler yaptırmadığına gönderme
yapılmıştır. Oysa Tito, kimseyi evsiz bırakmamak için devlet olanaklarıyla
herkes için sosyal konutlar yaptırmış bir liderdir. Bunun için kimsenin
bankadan kredi çekmesi gerekmemiştir. Ülke kaynakları herkese eşit
dağıtılmıştır.
Roman bunları anlatmaz. Sosyalizm sırasında neden kimsenin
birbirini boğazlamadığına girilmez. Anlatılan şey, savaştır. Teyze İfeta bir
yerde Suada’ya şöyle der. “Unutma ki Tito, çok uluslu Yugoslav halkına hem
dinlerini, hem de gerçek tarihlerini bilerek yasakladı. Bu yüzden okullarda
siyasi tarih namına bir halt öğretmediler size. Her Boşnak gibi sen de Tito’dan
önce ve Tito’dan sonra yazılan resimi tarihi yalanlarını okudunuz okullarda”
s.46 (…) “Yugoslavya’yı bir arada tutan
Tito’dan başkası değildi. İkiniz de biliyorsunuz, onun kurduğu komünist rejim
bundan tam iki sene önce Doğu Bloğu ülkelerinin yıkılmaya başlamasıyla birlikte
çözülmeye başladı. Artık hiç kimse Hırvatları, Sırpları, Boşnakları,
Slovenleri, Makedonları ve Kosovalıları tek bir ülkenin bayrağı altında, bar
arada tutamaz” (s.47)
Baba karakteri de olanı biteni anlamamaktadır. İmam olan
baba, bir gün nasılsın diye soran kızı Suada’ya şöyle diyecektir. “Her gün beş
vakit namaz kılıyorum. Tito’nun dinsizleştirdiği bazı Müslüman Boşnaklara da namaz
kıldırmaya çalışıyorum.” (s.49) Demek ki Boşnaklar namazdan uzaklaşmış. İmam
karakteriyle Boşnakların yeniden Müslümanlaştırılmak istendiğini anlıyoruz.
Yalnızca Müslüman olarak kalmayacaklar, Türk olduklarını da unutmayacaklar.
Başlarına ne gelmişse bu iki kavram yüzünden gelmiştir. Yani farklı kültürden
olan herkes birbiri için ötekidir. Roman, birlikte yaşamanın imkânsızlığı
üzerinde durmaktadır.
O zaman halkları bir arada tutan şey nedir? Amerika’da
yaşayan halklar nasıl bir arada durmaktadır? Avrupa’nın bütün büyük devletleri
çok kültürlü bir döneme girdi. Gelişmiş ülkelerde hep bunu gözlüyoruz.
Demokrasi yolunda ilerleye bilmiş ülkelerde çok ulusluluk sorun olmuyor. Sorun
az gelişmiş ülkelerde. Müslümanız diyen ya da Milliyetçilik vurgusu yapan ülkelerde
sürekli kavga, sürekli katliam var. Batı’nın başardığını diğer ülkeler neden
başaramıyor? Sanatçı kimliğiyle ortaya çıkanların en azından bunu fark etmesi
gerekmez mi?
İNCİ KUŞLARI ROMANINDA DİN
Roman karakterlerinin söylemlerine bakıldığında dindar ve
gelenekçi kişiler olduğu kolayca fark ediliyor. Bu konu roman açısından önemli…
Dini içerikli bazı kelimeler özellikle vurgulanıyor. Sık sık "İnşallah,
maşallah, Allaha emanet" gibi sözcüklere yer veriliyor. Din eksenli dizi
filmlerde de bu vardır. Bu dizilerde çocuk babasından bir şey yapmasını ister
örneğin. Babanın cevabı şöyle olur. "Namazımı kılayım ondan sonra" Ya
da "Hacca gidelim gelelim ondan sonra" gibi… Bu anlayışı romanda da
görüyoruz. Örneğin, "Ayşa’nın kumral saçları her zaman bir eşarpla
bağlıydı.” (s.40) Burada başörtüsüne dikkat çekiliyor. Müslümanlık sembolü
olarak kullanılıyor.
Başka bir yerde baba kızına derslerin nasıl diye sorar.
Suada’ın cevabı şöyledir. “Maşallah çok iyi babacığım” (s.78) Şu cümlede aynı
mantıkla ele alınmış: “Allah sizi bir yastıkta kocatsın, hayırlı çocuklar
doğurmanızı nasip etsin” (s.45) Romanda böyle cümleler kullanılmaz diye bir şey
yok. Söylediğimiz şey bu cümlelerin sırıtıyor olması. Özellikle kullanılmış
gibi durması. Karakterleri başka bir kimliğe büründürmeye çalışmanın bir
sonucu. Baba kızı Ayşa için şöyle der. “Maşallah pita (pide gibi bir yiyecek)
işini tutturdu.” (s.111) Ortada önemli bir durum yokken, inşallah, maşallah,
hayırlısı gibi sözcükler kendini göstermek istercesine dile gelir. Suada babasına durduk yerde şöyle der. “Allah
size hayırsız evlat vereceğine, hayırlı ve bir o kadar da çalışkan kızlar
vermiş.” Babanın cevabı: “ Ben imanlı bir Müslümanım. Allahın bana verdiklerini hiçbir zaman
sorgulamadım. Üçünüzü de çok seviyorum.” (s.111) Baba geçmişte oğlan evladım
olsaydı diye yakınmamış ki… Baba, kız arasında neden böyle bir diyalog geçiyor?
Benzer durum, Ayşa’nın düğünü sırasında yaşanıyor. “ … Bu gençleri bir kez de Allahın huzurunda
dini nikâhla birleştirelim”(s.86) deniyor.
Baba, daha sonra tutsak alınanlar arasında karşımıza
çıkartır. Bir gün kapta bir ses duyulur. Biri ezan okumaktadır. Suada sesin
sahibini tanır. "Babamın sesi" der. Aralarında kısa bir konuşma
geçer. Babanın kızına tavsiyesi şudur. "Her gün Allaha sığın, ona dua et.
Allah bize bir kurtuluş kapısı açacaktır elbet.” (s.251) Ayrıca romanda ezan
metninin tamamına yer verilmiştir. Şiir gibi alt alta yazılmıştır. Bu kadar
ayrıntıya gerek var mıydı?
Aslında Bosna’da farklı bir Müslümanlık yaşanmaktadır. Bu Müslümanlık, Ortadoğu Müslümanlığına
benzemez. Türkiye'deki Müslümanlık nasıl ki İran'daki Müslümanlığa
benzemiyorsa, Bosna'daki Müslümanlık da Türkiye'dekine benzemez. Ama roman bunu
benzetmek istemiş. Anlatılan karakterler aslında Türk karakterler gibi. Türkiye
Müslümanlığı üzerinden Bosna anlatılıyor. Örneğin Türkiye'de muhafazakâr bir
ailenin şarapla akşam yemeği yemesini düşünemeyiz. Romandan anlıyoruz ki
Bosnalı Müslümanlar bunu yapıyor. Tarık, Suada ile evli bile değilken aile
şaraplı akşam yemeği yiyor." Teyze elinde şarapla şöyle der: “Hadi
kadehimizi şimdi havaya kaldıralım.
("havaya" sözcüğü olmamış. Gerek yoktu.)Kim bilir belki yakın
bir gelecekte şarap içmeye bile hasret kalacağız, şerefe…” (s.104)
Bu kültür, sosyalizm zamanında gelişmiş olabilir. Başka
türlü olamaz. Bosna halkı yıllarca sosyalizm ve Batı ile daha sıkı ilişkiler
içinde bulundu. Gelenekçi yapı bu yüzden
esnemiş olmalı. Roman aslında, bir Türk tarafından Çin üzerine yazılmış
gibi… Bu yüzden karakterler oturmuş
karakterler değil. Kısaca, Türkiye kültürü, acele bir şekilde Bosnalı bir
aileye aktarılıyor. Giysi gibi üzerine geçiriliyor. Bu giysi Bosnalı Müslüman
ailenin üzerinde iyi durmamış. Bir de şu olmuş. Bu giysinin altında bir giysi
daha görünüyor. Bosna'nın asıl kıyafeti bazen bir sofrada şarap olarak
karşımıza çıkıyor. Bazen de “Biz görücü usulü ile evlenmeyiz, sevişerek
evleniriz, akraba evliliği de yapmayız,” şeklinde kendini gösteriyor. (s. 115)
Anne bir yerde şöyle konuşur. “Ben de babanızla sevişerek evlenmiştim. Ama
babanızdan ilgiyi alakayı hiç eksik etmedim.” (s.114)
Bosnalı kadınların muhafazakâr giyimden yana olmadıklarını
da romandan anlıyoruz. Suada bir yerde şöyle diyecektir: “ Saraybosna’da her şey
değişti ama kadınlar süslerinden asla vazgeçmediler. Savaşı dudaklarına
sürdükleri rujlarla protesto ediyorlar.” (s.296) Yani kimse tekbir getirmiyor,
ya da biz kadınız, Müslüman kadın evinde oturur, sokağa çıkamayız, demiyorlar.
Tepkilerini daha çok kapanarak da göstermiyorlar. Aksine giyiniyorlar, makyaj
yapıyorlar. Karşı tarafı dik duruşlarıyla protesto ediyorlar.
NAMUS ANLAYIŞI
Namus konusuna geçmeden önce, romanın adı nereden geliyor
ona bakalım. İncir Kuşu, inciri ve incir ağacını seven bir kuş türü olsa gerek.
Savaş sırasında bombalar incir ağacına düşünce bu kuşlar da ölür. Bir anne
çoğunun parçalanan ölüsüyle birlikte incir kuşlarını da torbaya doldurmaktadır.
Biri sorar, kuşları niye topluyorsun diye.
Annenin cevabı “onlar da benim evlatlarım” şeklinde olur.
Suada, romanın ilerleyen sayfalarında, tutsak olduğu bir gün, pencereye gelen bir
incir kuşuyla konuşur. Kuşa şunu söyler. “Ne olur tutsak düşmüşlüğüm yüzünden
beni hor görme.”(s.204) “Tutsak düşmüşlüğüm” ne demek? “Tutsak alındığım için”
olması gerekmez mi?
Daha önemli olan şu... Kuş, neden bir insanı hor görsün.
Tutsak bir kadın bir kuş görünce bunu mu hisseder? Yoksa, özgürlüğün ne kadar güzel olduğunu mu?
Ya da savaşın kuşlar için bile ölüm demek olduğunu mu? Buradan şunu anlıyoruz.
Suada karakteri, iç görü bakımından dış odaklı birdir. Bütünün hayatı dışarıdan
kendisine empoze edilen değerler üzerine kurulmuştur.
Bu değerlerden biri de namus olduğunu görüyoruz. Namus
nedir? Tecavüz namusu lekeler mi? Tecavüzle incinen şey namus mudur, insanlık
onuru mudur? Cinsel şiddet, aslında insanın onuruna yönelmiş bir saldırı değil
midir? Tecavüze uğrayan bir kadının aklına ilk olarak nede namusunun lekelenmiş
olduğu gelir? Çünkü kadın maldır, değeri, kaç erkekle birlikte olup olmadığıyla
ölçülür. Tecavüze uğrası bile kirlenir.
Buradan erkek kültürüne gelmek istiyorum. Bu kültürde kadın,
insan olmaktan çıkıyor. Bir erkeğin malı olarak ele alınıyor. Kadınlar da bu
değerleri içselleştiriyor. Bu yüzden kadının aklına, tecavüze uğradığında her
şeyden önce, erkeklerin (toplumun) kendisine nasıl bakacağı geliyor. Kim
tecavüze uğramış kadını eş olarak kabul eder ki? Kadınsan yalnızca namusunu kaybetmez,
geleceğini de kaybedersin.
Örneğin. Vulkadin’in tecavüzünden sonra Suada şöyle
düşünüyor. “Alnıma sürülen bu leke ile nasıl yaşayacaktım? Tarık bu gerçeği
öğrendiği zaman acaba beni hala sevebilecek miydi? Yaksa o da diğer erkeklerin
benzer durumlar karşısında yaptıkları gibi terk edip beni kaderimle baş başa mı
bırakacaktı? Bu endişelerim altüst olmuş dünyamı daha da derinden sarstı.”
(s.185)
Devam edelim. Suada benzer kaygıları, İncir Kuşu ile
konuşurken de dile getirir. Şunları okuruz. “Kim bilir savaş bittiğinde ne
olacak? Ya Tarık! Beni bugünlerde en çok düşündüren şey de onun hayatımdaki
varlığı. (Bosna’nın hali ne olacak. Bunu düşünmez. O kadar katliam ve tecavüz
yaraları nasıl sarılacak? Bunu da düşünmez. Tarık’ı düşünür. Varsa yoksa
namusunu düşünür.”(s.205) “Bir gün onunla tekrar karşılaşırsam, bu utanç dolu
gözlerimle onun gözlerine nasıl bakacağım? Beni bu halimle yine sever mi acaba?
Ya ben! O beni bu halimle sevse de onun tenime dokunmasına nasıl izin
vereceğim?... Evet, güzel incir kuşu… (…) Vukadin tutsak bedenimin efendisi
oldu. Beni kendine bir yosma yaptı,” der. (s.205) Buradan anlıyoruz ki,
Suada’nın kendini suçlaması için erkeğe gerek kalmamıştır. O, erkek bakış
açısını (otokontrol olarak) kendi içinde taşır.
Başka bir sayda Suada şöyle devam eder. “Tarık’ın hayatta
olup olmadığını çok merak etmeme rağmen artık kendimi ona ait
hissetmiyorum.” (s.207) Bir insan neden
birine ait olsun? Bunun nedeni Suada’nın yetiştiği kültürdür. Önemli bir soru
da şu. Acaba Bosna kültürü, Doğu kültürüne ne kadar benzemektedir. Bosnalı bir
kadın olan Suada karakteri gerçekten Bosnalı bir kadın gibi düşünebilmekte
midir? Bu da ayrı bir konu.
Romanın sonunda Tarık’la Suada’nın evlendiğini görürüz.
Aslında sözü edilenlerin hiç biri gerçek olmamıştır. Roman, Tarık’ın namus
sorununa nasıl baktığını anlatmaz. Bu konu karanlıkta… Roman birden bire
buraları atlayarak Suada’nın evlenip bir çocuk sahibi olduğu konusuna geçiyor.
Çocuk tecavüz sonucu mu oldu? Yoksa Tarık’tan mı dünyaya geldi? Okura bu konuda
bilgi aktarılmaz. (Böyle bir konu ayrıca bir roman olurdu. Neyse…) Romanın
sonunda Sadece Suada’nın anne olduğunu anlayabiliyoruz.
DİYALOGLAR YÖNÜNDEN İNCİ KUŞLARI ROMANI
Bir romanı roman yapan önemli özelliklerden biri de
diyaloglardır. Diyaloglar iyi değilse ortaya komik bir durum çıkıyor.
Romancının en önemli işlerinden biri de konuşma içeriklerini duruma uygun
şekilde verebilmek… Ne fazla, ne eksik… Yeri geldiğinde bu içerikler abartılı
da olabilir ama her şey yerinde ve zamanında olacak. Tarık'ın şu cümlesiyle
devam edelim. “Sensizlikten aşka susamışım” (s.73) Yeni tanıştığı kıza söylüyor
bunu. Başka bir yerde duygularını şöyle dile getiriyor. “Düşüncelerim, ipliğe
takılı inci taneleri gibi dağılıveriyor sensiz.” (s.74) ‘Sen olmayınca düşünemiyorum’ demek
istiyor sanırım.
Başka bir duygu aktarımı da şu şekilde… "Ben gül
olmayan yerde senin gül kokunu duyuyorum.” (s.74) Kötü, acemi bir şiir dizesi
gibi. Devam edelim. Yine Tarık duygularını aktarıyor. “Toprak gibi saf olan bu
güzelliğini Allah sadece sevdiği kullarına nasip eylermiş. Sen benim saf
toprağıma çakıl karışmayan aşkımsın...” (s.75) "Saf toprağıma çakıl
karışmayan aşkım…" İlginç değil mi? Bunun gibi daha pek çok cümle var.
Aynı şeyler Suada'nın konuşmalarında da karşımıza çıkıyor.
Örneğin şu: “Bana her dokunduğun anda yüreğimin bahçesinde güller açtırıyorsun.
Sen de bilesin ki, her geçen gün sana olan aşkım çığ gibi büyüyor.” (s.98)
Teyze, Suada ile Tarık’ın sembolik bir nişan yüzüğü ile nişanlandıklarını
öğrenince (kızmıştır) Tarık şu açıklamayı yapar: “Onu bu işe ortak eden bendim.
Suada’nın parmağına taktığım yüzükle, varlığımı onun bedenine örmek istemiştim
sadece.” (s.105) "Varlığını birinin bedenine örmeyi istemek…" Aşkı
anlatmak için etkili cümleler aranıyor ama ancak bu kadarı yapılabiliyor.
Suada’nın Tarık’tan geçici bir süre ayrılırken kullandığı şu
cümle. “ Hiç meraklanma aşk diyarının perisi…” (s.110) Tarık’ın Suada’ya
telefonla söylediği aşk sözlerinden bazıları da şöyle. “Alev rengi saçların
yüreğimi titretiyor. Ele gözlerindeki yeşil hareler başımı döndürüyor.
Biliyorum, aşkımız bu günlerde karanlığa mahkûm bir prenses gibi…” Şiir uzun.
Hepsini yazmaya gerek yok. Bir aşk ancak bu kadar bayağı anlatılır diyerek bu
konuyu kapatmak istiyorum.
Bu kadar muhafazakâr bir romanda niye masumiyet yok? Niye
bütün duygular yüz yüze konuşuluyor? Zorlama şiir cümleleri kuruluyor? Niye
bazı şeyler iç sesle dile getirilmiyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder