Bu Blogda Ara

27 Ocak 2017 Cuma

ÇİÇEK SEKBAN TÜFEKÇİ'NİN ETEMENANKİ ROMANI ÜZERİNE NOTLAR

Çiçek Sekban’ın Etemenanki romanını tesadüfen buldum. Farklı bir şeyler okumak istiyordum. O kadar çok kitap çıkıyordu ki, yeni yazarlar neler yazıyorlar diye merak etmeye başlamıştım. Romandaki düşünceyi sevdim. Hatta muhteşem buldum diyebilirim. Bir gün birileri size bir aşı yapıyor ve siz mükemmel hissediyorsunuz. O güne kadar kullanamadığınız bütün yeteneklerinizi kullanmaya başlıyorsunuz. Zihniniz açılıyor. Bedeniniz canlanıyor. Her şeyi farklı; aslında olduğu gibi görmeye başlıyorsunuz.

Bu bir kuram aynı zamanda… Eflatun’un mağara kuramı, Etemenanki romanında da yer bulmuş. Eflatun, bu kuramında, sıradan insanların gerçeği göremediğini söyler. Çünkü onlar, dünyaya doğru yerden bakamazlar. Sırtları, mağaranın kapısına dönük bir şekilde dünyaya gelmişlerdir. Işığı görebilmeleri için yüzlerini mağaranın girişine, yani kapıya çevirmeleri gerekir. Bunu yapamadıklarından için sürekli yanılırlar. Bu yüzden de gerçeğin gölgesiyle yetinmek zorunda kalırlar. Etemenanki, bu saçma durumu ortadan kaldırmak isteyen bir roman. Herkesin gerçeği görmesi halinde dünyanın nasıl değişebileceğini anlatıyor.

Buna benzer bir film izlemiştim. Adını hatırlamıyorum. Filmde adamın biri, etemenanki aşısına benzeyen bir hap icat ediyor. O haptan içtiğinizde birden gözünüzün önü aydınlanıyor. Çok iyi bir matematikçi, fizikçi, felsefeci, sosyal bilimci, sanatçı gibi düşünmeye başlıyorsunuz. İnanılmaz bir şey. Daha iyisini düşünemezsiniz. Ne yaparsanız yapın, hayal bile kursanız bundan daha iyisini yapamazsınız.

Filmdeki adam, borsaya takılmaya başlıyordu. Sayılar, rakamlar kafasından su gibi akıp geçiyordu. Yıllar öncesinin rakamlarıyla analizler yapıyordu. Bilgisayar gibi bir şey olmuştu. Hiçbir şey gözünden kaçmıyordu. Doğal olarak borsada; bütün para piyasalarında kazanmaya başlamıştı. Her yerde kazanıp duruyordu. Üstelik mutluydu. Sıfır noktasında bir hayat yaşarken, Süpermen gibi biri olup çıkmıştı.

Bu film, bütün eksikliklerine rağmen, benim gibi bir izleyiciyi bile mutlu etmeyi başarmıştı. Bana göre de olası şeylerden söz ediliyordu. Gelişen teknolojiye bakınca insan ister istemez soruyor. Her şey değişiyor da neden insan değişmiyor? Neden insanlar hala ilk çağ maymunları gibi bir hayat sürdürüyor. Bunca bilime, teknolojiye rağmen üstelik… Nasıl oluyor da, insan dediğimiz canlı; milletvekili, hâkim, savcı, komutan olsa bile, iradesini bir kişiye emanet edebiliyor? Bu çukurdan çıkmanın bir yolu yok mu? İnsan kendini geliştirmiyorsa, bilim bu sorunu çözemez mi? Domatesi, patlıcanı, fasulyeyi iliklerine kadar keşfeden; çözen, her türlü tohumun sırını; hangi koşullarda büyüyüp büyüyemeyeceğini bilen, bunu emperyalistlerin hizmetine sunan bilim, insanı da değiştiremez mi? Bencil maymunlar gibi yaşamaktan kurtaramazlar mı bizi? Daha insancıl, daha merhametli, bilgili insanlar haline gelemez miyiz?

Sözünü ettiğim film bu meselenin üzerinde hiç durmuyordu. Filimin konusu başkalarını kurtarmak değildi. Senaryo yazarı hayata, Çiçek Sekman’ın baktığı gibi sosyal açıdan bakmamıştı. Filmin ana karakteri kendi geleceği, (kişisel menfaati için de diyebiliriz) romanlar yazmaya başlıyordu. Bir gecede birkaç roman yazabiliyordu. Kısa bir süre içinde ünlü biri olup çıkmıştı. Ne var ki, hapın etkisi bir süre sonra azalıyordu. O zaman kahramanımız sudan çıkmış balık gibi çaresizliğe kapılıyordu. Neyse ki hala bir şişe dolusu hapı vardı. Hapı yuttuktan sonra hemen kendine geliyordu. Kendine geliş sahnesi inanılmazdı. Hapı yutar yutmaz her şey aslına dönüyordu. Bizler dünyayı siyah beyaz bir televizyonda izliyorsak eğer, kahramanımız son model, en güzel, en renkli, en parlak bir televizyondan dünyayı izliyordu. Her şey birden aydınlanıyordu. Siyah renkler, grinin her tonu asıl rengine kavuşuyordu. Işıl ışıl parlayan yeni bir dünya çıkıyordu karşısına. Eflatun’un mağara adamları da dışarıya çıkabilseydi bu duygunun esiri olurdu. Bir daha asla mağaralarına dönmek istemezlerdi.

Böyle bir hapı yutmak için insan nelerden vazgeçmez. O hayata bakıp da, “Şu yaşadığımız hayata bak, bizimki de hayat mı?” dememek mümkün mü? Mağaradaki yarasalardan ne farkımız var? Olup bitenler karşısında, dünyadan haberi olmayan zavallı yarasalar kadar bile olamıyoruz. Onlar hiç olmazsa kendi hayatlarını yaşıyor. Bizim gibi dayatılmış hayatların esiri olmuyorlar. Bu günden yarına, geçen her dakika, her an, neler oluyor hayatta, farkında mıyız? Neler yaşadığımızı doğru dürüst görebilen kaç insan var? Şu televizyonlara, gazetelere, internet sayfalarına bakarak ne öğrenebiliriz?

O hapı, (sözünü ettiğim filmdeki hapı) yuttuğunuzda bilgi sahibi olmak için kimseye ihtiyacınız kalmıyor. Yabancı dil bilememek gibi bir sorununuz mu var? Olsun. Hapı yutunca birden İngilizce konuşmaya başlıyorsunuz. Her dilden konuşabiliyorsunuz. Her dilden romanlar yazabiliyorsunuz. İsteseniz, yeni bir dil bile yaratabilirsiniz. Hata yeni bir insan türü… Yeni bir hayat… Yeni bir kader… Dünya üzerindeki bütün canlıları başka bir gezegene ışınlayabilirsiniz. İnsanlığı tek bir dilde bir araya getirebilirsiniz.

Ama senaryo yazarı bunu düşünmemiş. İstese düşünebilirdi. Filmdeki kahramanın yapmayacağı şey yoktu, insanlığa hizmet dışında… Ne var ki bu karakterin önemli bir sorunu vardı. Yeni sahip olduğu onca yeteneğe rağmen kullandığı hapın aynısından yapamıyordu. Herkesten sakladığı, köşe bucak kaçırdığı, cebindeki bir kutu ilaca mecburdu. İlaç bittiğinde damdan düşmüş kediye dönecekti. Ama olsun. O güne kadar iyi para kazanmıştı, ünlenmişti ama herkes peşine düşmüştü. Hap da bitmek üzereydi.

Işığı hiç görmemiş biri için, ışık anlam ifade etmeyebilir ama ya siz, ışığı tanıdıysanız… Karanlıktan kurtulmuş, dünyayı olduğu gibi görebilmişseniz? Işıklarla dolu yola bir kez girmişseniz, dönebilir misiniz? Işıksız bir hayata dayanabilir misiniz? Kahramanımız da dayanamıyordu. Hapın devamını bulmak için cinayet dâhil her suçu işlemeye hazırdı. Bana kalırsa eroin, böyle bir ilacın karşısında bir dakika duramaz, tuz buz olur. Aşağılık karmaşasına kapılarak kendini yok etmeye çalışır.

Filmin sonunda ne olduğunu hatırlamıyorum. İlacın bittiğini biliyorum. Kahramanımızın perişan olduğunu da hatırlıyorum. Böyle bir hap olsa ve herkes bu haptan yutsaydı, nasıl bir dünyada yaşardık acaba? Düşünsenize… Kimsenin aldatamayacağı, süper insanlara; kahramanlara dönüşecektik. Kim istemez böyle bir gücü? Dünya bu kadar kötüyken ve bizler bu kadar çaresizken…

Mesela birileri bu günlerde başkanlık sistemini (bana göre faşizmi) cumhurbaşkanlığı sistemi olarak yutturmaya çalışıyor. Ne yalanlar dinliyoruz bütün gün… Öyle profesörler, öyle gazeteciler var ki, mağara adamlarından farksızlar. Kim bunları profesör yapmış? Nasıl araştırmacı, nasıl gazeteci olmuşlar? Her akşam, bütün medya kanallarında, kuş kadar beyinleriyle akıl satıyorlar. Memlekette korkmadan konuşabilen insan kalmadı. Ne dediğini bilen aydınlarımızın, sanatçılarımızın önemli bir bölümü yurt dışlana kaçmak zorunda kaldı. Ülkeyi terk edenlerin sayısı her geçen gün artıyor.

Çiçek Sekman Tüfekçi, bencil bir yazar değil. Kalemini, kurgularını halkın yararına, daha güzel bir dünya için kullanıyor. Etemenanki romanındaki profesör, insanı, gerçekten insana çeviren, maymun gibi yaşamaktan kurtaran bir aşı buluyor. Bu aşıyı önce zenginler kendi çocukları üzerinde deniyorlar. Çünkü aşı pahalı ve herkes alamıyor. Profesörün mücadelesi aşıyı herkese yapabilmek…

Keşke böyle bir dünya olsaydı. Dedim ya, Etemenanki romandaki düşünce, tam da hayal ettiğim gibi… Romandaki profesöre hayran kaldım. Yeri gelmişken… Keşke romanın adı Etemenanki olmasaydı. Ezberleyemiyorum. Biri sorduğunda sürekli yanlış söylüyorum. Sonra dönüp, doğrusu nasıldı diye bakıyorum. Tekerleme gibi bir isim olmuş. Bence yazar bu ismi değiştirmeli. İlerde başka baskıları olursa kitaba yeni bir isim verilmeli. “Aşı” olabilir mesela…

Ayrıca romanda, bol miktarda kelime hatası var. Bu kusurun yazardan kaynaklandığını düşünmüyorum. Yayınevi, gerekli editörlük hizmetini verememiş. Ayrıca kitap fiyat olarak da pahalı… Neden kitap kapağını bu kadar abartırlar, maliyeti artırırlar anlamıyorum. Önemli olan romanın içeriği değil mi? Kapağa harcayacağınız parayı, editöre harcaya bilirdiniz. Böylece ortaya, yazım yönünden daha temiz bir kitap çıkardı. Kalın, karton bir kapak kitabın değerini artırmaz. Bir yayınevi adından söz ettirmek istiyorsa önce kitabın içiyle ilgilenmeli. Elindeki kaynağı, içerik için harcamalı.

Yazarı, özlemini çektiğimiz bu duygu ve düşüncelerinden dolayı kutluyorum. Sonuçta fantastik bir romandan söz ediyoruz. Böyle bir romanda her şey mümkün… Mesela zenginlerin bir araya gelerek aşının, yaratacağı sonuçlar üzerine fikir alış verişinde bulunmaları ne kadar güzel, ne kadar insani bir bakış açısı…

Böyle bir aşı olsa ne olurdu diye düşünmeden yapamıyor insan? Güçlü, her şeyi görebilen insanlara dönüşmemiz hayatımızı nasıl etkilerdi? Buna izin verirler miydi? Zihin ve beden sağlığı yerinde milyarlarca insanı böyle bir sistem kabul eder miydi? Yaşadığımız düzende asla böyle bir şeye izin verilmeyecektir. Çiçek Sekman da bunu biliyor. Ama hayalini kurmaktan geri duramıyor. Ve bunları romanlarına konu yapıyor. Bence güzel de yapıyor.

Bir gün dünyaya yeni bir nesil gelecek… (Gelmezlerse Allah onların da belasını versin.) O nesli bekliyorum ben. Yazarın Etemenanki dediği bu nesli özlemle bekliyorum. Biz hayatlarımızı kurtaramadık. Bizden sonraki kuşakların hayatını kurtarmamız da mümkün olmayacak. Siyah beyaz resimler gibi, bir varmış bir yokmuş gibi, grinin her tonunda yok olmaya devam edeceğiz. Çocuklarımıza, hayalini kurduğumuz bir dünyayı bırakamayacak olmanın üzüntüsü içindeyim. Bu işkence bitsin artık. Çiçek Sekman’ın çocukları dünyanın her yerinde isyan başlatsınlar. Bizim gibi zayıf olmasınlar. Bizler, Gezi eylemleri sırasında biber gazını yiyince çil yavrusu gibi sağa sola kaçmak zorunda kaldık. Gaz fişekleriyle gözlerimizi oydular.

Etemenanki çocukları bizler gibi zavallı bir gençlik değil… İhanetin nereden geleceğini, kimin nasıl bir hazırlık içinde olduğunu önceden kestirebiliyorlar. Bir gün gelirlerse, mutlaka İnanılmaz planlar yapacaklar. (Plan romanını okumadım bu arada. Ama merak ediyorum.) Bizim hayalini bile kuramadığımız planlarla kapitalizmi, emperyalizmi, sömürüyü yerle bir edecekler. Onların gelmesini bekliyorum. Çünkü hava soğuk; çelik bir ustura gibi soğuk ve karanlık… Her yerden kurşun sesleri geliyor. Canlı bombalara, toplu katliamlara alışmamız gerektiğini söylüyorlar bize. Alışabiliyor muyuz? Alışmak mümkün mü? Alışamıyoruz çünkü hala bir umudumuz var.

Çiçek Sekban’ın da belirtiği gibi: “İnsanı köleleştiren tüm sistemlere karşı tek silahımız umuttur.” Umudumuzu kaybetmeyelim. Etemenanki umudun romanı olmuş. Sekban, Eflatun’un mağarasındaki insanlara ışığı anlatıyor. Işıklı bir kalem olarak karşımıza çıkıyor. Kalemini, kişisel ikbal için değil, toplum için kullanmaya çalışıyor. Kendisine, bu uzun yolda başarılar diliyorum.